Çok sevgili ve değerli okuyucular,
Yeni
ve naçizane bir yazıyla hepinizi selamlıyorum. Önceki yazımda da belirttiğim
gibi, zaman zaman fikirlerimi sizlerle paylaşma mutluluğunu yaşayacağım.
Bir
süredir evden çıkma ve çalışma şansı bulamıyorum. Hayatım boyunca peşimi
bırakmadan ara ara misafirim olan çok sevgili rahatsızlığımla tekrar buluşmak
durumunda kaldığımdan, haliyle birçok etkinliği üzülerek de olsa kaçırıyorum.
Rahatsızlıklar insana aittir ancak kadim ve acı söyleyen bir dost gibiyse bu
illet, biraz farklı düşünmeye başlıyorsunuz; fikirleriniz, prensipleriniz,
dünya görüşünüz... Her biri yavaş yavaş değişime uğruyor, her bir yaşanmışlığı
‘tecrübe’ değil de ‘eleştiri’ olarak özümsemeye başlıyorsunuz, ister istemez...
Belki de yazma isteğim, fikirlerimi paylaşmak istemem, dilimin ve kalemimin
sivri oluşu bu yüzdendir, bilemiyorum. Affınıza sığınırım.
Çalakalemi
burada kesip asıl konumuza dönelim. 27 Şubat Cumartesi akşamı Ankara
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunun özel bir konuğu vardı: çok çok
değerli bir oluşum olan Altus Kültür-Sanat Vakfı’nın düzenlediği Ankara Piyano
Festivali kapsamında bir resital vermeye gelen, ünlü Hırvat piyanist Ivo
Pogorelich... Evden çıkmak için harika bir sebepti ve uzun zamandır bu
dinletiyi bekliyordum. Bir döneme kayıtları ve canlı performanslarıyla resmen
damga vurmuş bu büyük müzisyeni, salondaki dinleyicilerin çoğunluğunun aksine
iyi veya kötü hiçbir beklentiye girmeden, sadece ve sadece dinlemek amacıyla
geldim. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da vermiş olduğu resitalin canlı
dinleyicilerinden biri olarak, salondan yine mutlu şekilde ve gülümseyerek
ayrıldım.
Pogorelich’in
hayatı boyunca istisnasız her müzik eleştirmeninin veya sanat meraklısının
gözünde Hollywood’dan fırlama bir yıldız kalıbına sokulma çabalarıyla
boğuştuğunu söylemek abes olmaz. Elendiği yarışma sayesinde meşhur olması,
kendisinden yaşça çok büyük olan hocasına âşık olması, onunla evlenmesi ve onu
sancılar içerisinde kaybetmesi, ülkesinin iç savaş ile yerle bir olması, tüm
bunların ardından yaşadığı ağır psikolojik çöküntüler, fizyolojik
rahatsızlıkları, uzun zaman sahneden kopuşu... Böylesi bir hayat, senarist
ruhlu gazetecileri ve hayal gücü yüksek dinleyicileri kuşkusuz ciddi şekilde
etkilemiştir. Kimisi, eşini ve akıl hocasını kaybettikten sonra çıldırdığını;
kimisi, ün ve şöhret sarhoşluğu yüzünden aşırı şımarıp küstahlaştığını; kimisi
de sırf ilgi çekmek için eserlerde yaptığı yapay ve çirkin farklılıklar ile
dikkat çekmeye çalıştığını söylüyor. Kendi halkı ise, sırf iç savaşın yaraları
birazcık olsun sarılabilsin diye genç yaşında o sahneden bu sahneye koşan,
türlü arabuluculukların ve yardım etkinliklerinin ayağı olma gayretiyle kendini
tüketen bu güzel müzik insanını kayıtsız şartsız, en çok da yaptığı ‘cennetten
çıkma güzellikteki müzik’ için seviyor. Ülkesi aynı duruma düştüğünde
Pogorelich’in gösterdiği çabayı alın terinde hissedecek veya yaşadığı acıyı
kalbinde taşıyacak aynı kalitede ve cesarette bir müzisyen söyleyin desem;
cevap yelpazeniz, bir iki tane adı büyük meşhur yarışma kazanmış yeni yetmeden
veya bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda reklam harikası solist ile sınırlı
kalır ne yazık ki. ‘Acaba konser başına
ne kadar kazanıyor’ diye merak edenleri ise buradan gülümseyerek
selamlamayı bir görev addederim.
Konser
için seçtiği programın oldukça dengeli olduğunu düşünüyorum. İlk eser,
Beethoven’ın op.54 Fa majör sonatıydı. Beethoven’ın tematik kontrollü bir
geliştirmeden çok, serbest ve varyasyona dayanan bir yazı kullandığı bu güzel
ve naif sonatı seslendirmenin çok kolay olmadığını söylemek gerek. Kaldı ki,
Pogorelich’in en çok eleştirildiği nokta da burada yatıyor. İyi kötü
Beethoven’ın eserleri hakkında bilgisi olan dinleyiciler, eserin yorumundan
rahatsız olduklarını dile getirdiler. Kimi eleştirmenler de, yorumun oldukça
abartılı ve saldırgan –affedersiniz, agresiv-
bulmuşlar. Kontrastların abartıldığı bir ilk bölüm ve sağ pedala boğulmuş bir
ikinci bölüm dinlediklerini inkâr etmek doğru olmaz. Ancak Beethoven’ın temelde
stil olarak Haydn’dan etkilendiğini, yazıda ise Bach’ın oğullarından besteci ve
organist Wilhelm Friedemann Bach’tan çok şey aldığını bilmeyen kişilerin,
abartılan zıtlıklar hakkında yorum yapmasını abartılı bulduğumu söylemeliyim. Haydn’ın ‘tavan ve taban’ dinamik
anlayışını, Beethoven’ın en çok da senfonilerinde duyduğumuzu hatırlatmak
isterim. Sadece Beethoven değil; Schubert’ten Saint-Saens’a, Schumann’dan
Prokofyef’e tüm büyük besteciler, büyük üstat Haydn’dan ufak da olsa izler
taşırlar, özellikle de stil bütünlükleri ele alındığında. Beethoven’ın küçücük
bir yaştayken Mozart’ın dikkatini aşırı zıtlıklar kullanarak yaptığı abartılı
bir icra sayesinde çektiğini de hatırlatmak isterim.
Bu
saldırgan ve abartılı yorumu Schumann’ın Toccata’sında da hissedenler olduğunu
duyduğumda, hepten sırıtmaya başladığımı da eklemem gerek sevgili okuyucular.
Toccata türünün ne olduğu ve genel yapısıyla ilgili gereksiz ayrıntıları bir
kenara bırakırsak, bestecinin meşhur piyano konçertosundaki duygu yoğunluğunu
ve dramatik patlamaları, sonatlarındaki keskin dinamik mizacı, senfonik
yapıtlarındaki artiküle yazıyı anımsamadan böyle bir fikre kapılmak oldukça
ilginç doğrusu. Saldırganlık, abartılı yoğun duygular, patlayan dinamikler ve
Schumann... Bu çerçevede düşündükçe, Pogorelich’in yorumunun uçlarda olduğunu
söylemek güç, efsanevi veya sıra dışı olduğunu söylemek ise gerçekten imkânsız.
İki forteyi gerçek hacmiyle duyurabilen bir piyanist duyduğunda buna agresiv yakıştırması yapmak da, herhalde
biz çokbilmiş müzik dinleyicilerine mahsus bir durum. Sıradan bir yorum tanımı
oldukça haksız olacağından, Pogorelich’in teknik olarak son derece sıkıntılı
olan bu eseri başarılı ve standartlara uygun şekilde yorumladığını söylemek
gerek.
İlk
yarının son eseri, Debussy’nin sıkça çalınan ve inanılmaz güzellikteki piyano
eserlerinden biri olan Pour le Piano adlı süitiydi. Pogorelich’in kusursuz
tekniğini 19. yüzyıl sonu Fransız müziğinde ne denli ustalıkla kullandığını
meraklı dinleyiciler gayet iyi bilirler. Muhteşem Ravel yorumları, Benedetti
Michelangeli’nin altın değerindeki performanslarıyla birlikte belki de son elli
yılımızın kaydedilmiş incilerindendir desem, hiç de abartmış olmam sanırım. Süitin özellikle de yavaş bölümlerinde
sunduğu renkler ve müziğin kendi akışı içerisinde bükülen bir tempo anlayışı,
eserin zarafetini ve bestecinin usta işi kuyumculuğunu kat be kat artırdı.
Debussy’nin yazısındaki geniş ve paralel akorları, sürekli modal çerçeveye
kayan dengesiz bir tonal merkezin tam kalbine oturtabilmek için, katman katman
renk sunabilecek bir iç duyuşa ihtiyacınız vardır. Bu muazzam renk sunusunun,
sadece tuşe ve parmak tekniğiyle verilebilmesi imkânsız. Piyano icrasındaki en
büyük incelik de burada yatar zaten: “Ne
duyuyorsan, onu duyurursun...”
Pogorelich
ikinci yarıda, İspanyol besteci Granados’ın 12 İspanyol Dansı’ndan üç danslık
bir seçki seslendirdi. Bestecinin kendi dönemindeki yoğun yazı anlayışından
sıyrılıp tamamen halka ve günlük yaşama ait sahneler sunduğu bu değerli yapıt,
Pogorelich’in ellerinde zaman zaman kontrollü olarak sönen, zaman zaman da
kontrolsüzce güneş gibi parlayan bir dinamiğe dönüştü. Özellikle son bölümdeki
festival çağrısında, piyanist tüm fiziki ve bilişsel gücünü kullandı desem
yeridir! Ve o renkli, coşkulu kutlama atmosferi için olması gereken de kanımca budur.
Bu bölümdeki nüansları da abartılı bulduğunu söyleyen birkaç dostum adına, uzun
süredir gerçek anlamda müzik yapmayan bir müzisyen dinledikleri için sevinsem
mi üzülsem mi bilemedim. Böylesi trajikomik durumlarda fikrim sorulduğunda,
konuşmayı oldukça zor buluyorum. Çaldığı ezgilerin karakterine ve tınısına
aldırmadan, dinleyicilerine sadece ‘Aman
Tanrım, ne kadar da yumuşacık ve temiz bir tuşesi var’ dedirtebilmek için kendi
hayatını -ve bizlerin kulaklarını- karartan onlarca piyanist görmüş bu
memleketin naçizane bir evladı olarak, en iyi yaptığım şeyi yaptım ben de: yalnızca
gülümsedim.
Konserin
son eseri, büyük Rus besteci Rahmaninof’un 6 Moments Musicaux adlı güzide müziğiydi.
Eser için söylenecek şey çok ancak bestecinin tüm eserlerinde olduğu gibi, şu
ettiğimiz basit cümlelerin gereksiz kalacağına eminim. Neredeyse her kariyer
sahibi piyanistin diskografisinde ve repertuvarında bulunan, konservatuvarlarda
etüt niyetine çaldırılan, bestecinin en bilindik eserlerinden biri olan bu üç
bölmeli orta büyüklükte formlara sahip prelüdlerin Pogorelich’ten yorumu
başlarda alışılmadık gelebilir. Eseri bilen dinleyicilerin en çok yaptığı
yorum, ‘farklılaşmak için eserde saçma sapan şeyler yaptığı’ idi. Pogorelich’in
eseri yorumlarken nüanslardan çok tempolarla oynadığını söylersem hata etmiş
olmam. Piyanist, eserin ilk bölümünde, farklı periyodlarda farklı tempolar
alarak ana ezginin her gelişinde yoğun bir dramatik etki yarattı. Aynı
cümleleri, eserin beşinci bölümü için de söyleyebiliriz. Aslında aldığı
tempoların abartılı derecede yavaş olduğunu söylemek yanlış olur, zira tempoyu
kâğıt üzerinde yazan rakamlar değil, bestecinin duyguları belirler. İkinci
bölümdeki yoğun ve karmaşık duyguları, hiç biri birbirine eşit olmayan
periyodik dalgalar ve sürekli değişen nüanslarla vermesi, parçanın bütünlüğünü
bozmak bir yana, tam aksine eserdeki soğuk ateşin ve ihtirasın öne çıkmasına
yardımcı oldu. Üçüncü bölümde son derece ağır bir tempo alması, bu bölümdeki
kederi ve cenaze havasını, daha doğrusu ölüm fikrini pekiştirdi. Ancak tempodaki
yoğun dalgalanışın, ezgi akışında biraz sıkıntı yarattığını da düşünmeden
edemedim. İnsan cenazede, belki de son yolculuk olduğundan mıdır bilemiyorum,
düzenli ve oturaklı, insanın kalbini kendine uyduracak denli etkileyecek
adımlar bekliyor. Dördüncü bölüm ise bu altı parçanın belki de en meşhuru.
Bölüm, Chopin’in ünlü İhtilal Etüdü ile en çok bağdaştırılan eser olabilir. Yapısal
ve duygusal olarak benzeşmeleri bir yana, Chopin’in etüdüne göre çok daha tok,
ustalıklı ve oturaklı bir yazı, geniş bir armoni ve tını yelpazesi sunan bu
bölüm, konserdeki zirve noktaydı denebilir. Pogorelich, kendi duygu akışı
içerisinde dalgalanan tempo anlayışını bu bölümde de sürdürdü. Son bölüm ise,
bir resitali zirvede sonlandırmak için gereken tüm niteliklere sahip kusursuza
yakın ve güçlü bir icraydı.
Pogorelich’in
müzikal anlayışının zaman içerisinde değiştiğini söylemek hem doğru hem de
yanlış olabilir. Her genç solist, hamilerinin isteklerini kusursuz yerine
getirmek amacıyla kendi müzikal isteklerine ve yorum iradelerine sıklıkla ket
vurmak zorunda kalıyor. Müzik dünyasının ikiyüzlülüğü de tam buradadır zaten: keskin
bir farklılık arzulayıp sunduğunuzda, eğer yirmili yaşlardaysanız küstah ve
bilgisiz; kırklı yaşlardaysanız usta ve sıra dışı; altmışlı yaşlardaysanız delirmiş
ve bunak olursunuz. Müzikte önemli olan tek şey, resitalde notayla çalmak,
tempolarla oynamak, nüansları abartmak değil de sadece gerçek duyguyu vermek
ise, o halde tekrar düşünmemiz gerektiği konusunda ısrarcıyım. Tüm bu
eleştirileri sunan dinleyicilerin, konserin arasında veya sonrasında parıldayan
gözleri ve ses tonlarına –olumlu veya olumsuz- yansıyan heyecanları her şeyi
açıklamalıdır diye düşünüyorum. Akademik bir eğitim almak ile müzikteki gerçek
duyguları vermek arasında yalnızca teknik bir bağ kurulabilirken, gerçek
duyguları alıp bunu akademik bir çerçevede yorumlamaya çalışmak arasında ne tür
bir bağ kurulabilir, gerçekten bilemiyorum. Ancak bildiğim tek bir şey var:
Pogorelich gibi sadece anı yaşayabilen, o anın içerisinde müzik yapabilen
müzisyen sayısının yeryüzünde çok çok az olduğu. O sebeple ne akla hizmet bu
kadar uzun uzadıya yazdığımı bile bilemiyorum. Dedim ya, sona yaklaştıkça ta
içimizde bir paylaşma isteği uyanıyor sanırım, doğamız gereği. Bu gerçek duyguları bizlerle paylaşma
cesareti gösterebildiği için Pogorelich’e müteşekkir bir biçimde ayrıldım
salondan. Gülümseyerek, mutlulukla.
İşte,
bir insanı gülümsetebilmek aslında bu kadar zor.
Bir
sonraki yazıya kadar, sizleri saygıyla selamlıyorum...