Çok değerli sanatseverler,
Başlığın tanıdık geldiğinin farkındayım. Bu yazımın bir cevap yazısı olmadığını da belirtmem gerekir. Bu yazı, eleştiriye yapılan eleştirinin bir eleştirisidir. Cümlelerimi bu çerçevede ele almanızı istirham edeceğim.
Yazacağım hiçbir cümlenin ve satırın sizleri kırmamasını umuyorum.
Öncelikle Kehanetle
Açılan Bir Festival ve Madalyonun Yansımayan Yüzü başlığıyla yayınladığım
bir önceki yazıma gösterdiğiniz ilginiz için müteşekkirim ve düşüncelerinizi
bana açık açık aktarma nezaketini göstermeniz sebebiyle ne kadar mutlu olduğumu
anlatamam. Kendi fikirlerimi yazma ve basit bir sitede yayınlama kararımın ne
kadar doğru olduğunu ve aslında siz değerli müzisyen ve müzikseverlerin
ülkemizin sanat yaşamını etkileyebilecek en ufak değişkenlere karşı ne denli
titiz ve hassas olduğunuzu deneyimlemek, inanın ki beni duygulandırdı. Ancak son
derece şaşırdığım birkaç noktayı sizlerle paylaşmayı bir görev addederim.
Öncelikle, amacım boş ve lüzumsuz bir tartışma yaratmak değildi.
Hele ki o konserde görev alıp harika bir müzikal kalite sunan genç
müzikçilerimizi üzmek hiç ama hiç değildi. En çok üzüldüğüm nokta, bazı genç
müzisyen arkadaşlarımızın gücenmiş, kırılmış olması. Onur kırıcı bir cümle sarf
ettiysem, tek bir sözcük ile olsa bile mutsuz ettiysem bundan hicap duyarım.
Birçok arkadaşımdan ve siz sevgili okuyuculardan aldığım mesajlardan yola
çıkarak tekrar belirtmek isterim ki; bu değerli müzik topluluğunun hiçbir
üyesine hakaret etmek gibi bir amacım yoktur, olmamıştır ve asla da olmayacaktır. Bu tür yanlış anlaşılmaların beni gerçekten yorduğunu söylemem gerekli.
İkincil olarak şaşırdığım nokta ise, bana yöneltilen eleştiriler ile ilgili. Aslında bu konuda son derece mutlu
ve mesudum, çoğu mantıklı eleştirilerdi, ancak hoşnut olmadığım birkaç nokta var. Müsaadenizle bunlardan
bahsetmek isterim ancak bu yazımın bir cevap yazısı olmadığını unutmayan bir
bilinç ile değerlendirmenizi arz ediyorum.
Genç bir sanatçı için örnekler sandığınızdan daha önemlidir.
Besteci olsun, icracı olsun, ressam olsun; her bir sanat insanı, kendi yolunu
çizip kendi dilini oluşturmadan önce, mutlaka kendinden önce gelen ve estetik
olarak karakterine en yakın hissettiği bir başka sanatsal karakteri rol modeli
olarak seçer ve onu taklit etmeye başlar. Estetik yaratım bilincine bu şekilde
varır. Bu bağlamda, yetişen kişinin örnek alması için sunacağınız karakterler
çok önemlidir. O akşam sahneye solist-şef niteliğiyle çıkan genç müzisyenimiz için verilen örneği eleştirme biçimimin belki de sıkıntılı olduğunu,
sadece ve sadece söylemek istediğimi yeterince açık iletememiş olmam babında kabul edebilirim.
Fakat benzetmeyi yanlış algıladığım
sonucu çıkartılarak yorumlar yapılması ve söz konusu tartışmada yer alıp yorum yapan ancak yazıyı okumaya bile gerek görmeyen kişilerin yazdıkları -özellikle de "eleştirmen" saygıdeğer bir beyefendi ile karıştırıldığım yorum- beni çok güldürdü. Yazımda dikkat
çekmek istediğim nokta, bu tür benzetmelerin insanları psikolojik olarak yanlış
yönlendirebileceği ve yaratıcılıklarının belirli bir kerteden sonra –bilhassa da çıkar amacı güden bir takım
oluşumlar tarafından- suiistimale açık hale gelebileceğiydi. Burada mesele
Barenboim veya bir başka büyük müzisyen değildir, genç sanat insanlarımızın
neleri örnek almaları gerektiğidir. Bir icracı, çaldığı eserin bestecisini ve
yaratıcılığını örnek alıp özümsemediği sürece, karakter taklidi yapmaya mahkûm
olur. Basit bir örnek verirsek: Neeme Jarvi
çok meşhur ve usta bir orkestra şefidir, bilirsiniz. Onu örnek almanız daha etkin provalarla orkestrayı yönetmenizi sağlar
belki, ancak yorumlama ve müzikal incelikler bakımından Jarvi’den değil,
yönettiğiniz eserden feyz almanız
gerekir. Bu sebeple yorumladığınız bestecinin dilini iyi bilmek önemlidir,
gençlerimizin kendi dillerine hâkim olmalarının gerekliliği ise bu bağlamda belki de en önemli
unsurdur. Yazılan cümlelerin yeterince dikkatli okunmaması ve yazılanların önceden yerleşmiş bir fikir akışı ile isteğe bağlı -ve hatta keyfi- yorumlanması tamamen okuyucuya ait bir takdirdir. Şoförü veya sürdüğü aracı
değil, gittiği yolu örnek almanızdır asıl mesele. Genç müzisyenimizin tüm bu eleştiriyi yanlış anlaması, beni ciddi bir hayal kırıklığına uğratır; zira ilerlediği sağlam yolda emin adımlarla ilerlemesi gereklidir. Tek diyebileceğim budur, önceki yazımda da dediğim zaten bu olmuştur. Aksi takdirde genel geçer bir okuma alışkanlığı ve yeterli seviyede dikkat ile yaşadığımız bu yanlış anlama sıkıntılarının üstesinden rahat bir şekilde gelebiliriz.
Bu güzel orkestranın kurucu şefi beyefendinin bana
uzun uzun yazma nezaketi gösterdiği eleştiri yazısı ise beni en çok mutlu eden
gelişme oldu diyebilirim. Öncelikle kendisine buradan teşekkürlerimi sunmalıyım. Ancak bana
herhangi bir CD’nin numarasını veya bir video barındırma sitesi bağlantısını
vermesine hiç gerek yoktu, bu harekete hiç bir anlam veremediğimi söylemeliyim. Zira izleyip dinlememi talep ettiği kayıtlar elimde zaten mevcuttur ve memnuniyetle de
dinlemişimdir. Festivalin açılış konseri ise, bu kaliteli orkestranın konserine
ilk defa gidişim de değildir. Genç bir orkestra olarak –olması gerektiği gibi- bu ülkenin bestecilerine verdikleri önemin de
farkındayım. Ben, bu konser sırasında veya sonrasında, orkestranın kurucu şefi
beyefendinin sunulan programın bizzat hazırlayıcısı olduğundan -takdir edersiniz ki- doğal olarak habersizdim, bu
sebeple kendisinin bu programa neden itiraz etmediğini sorgulamak amacıyla şahsına sormak gereklidir diyerek
üstelemiştim. Neden bu eserleri çaldılar
acaba? diye doğal olarak düşünmüş olmak ile birlikte, bunun sebeplerini
araştırma gereği de ne yazık ki hissetmedim. Sebebi şudur: her zaman alışık olduğumuz mükemmel organizasyon
politikaları, yöneticilerin çeşitli kaygı-kuşkuları ve ülkemiz bestecilerinin
ürünlerinden ufacık bir örnek bile içermeyen tipik bir başka festival açılışı
diyerekten hafif bozuk ve mutsuz şekilde evimin yolunu tuttum -bu sınıflamaya girmeyen festival açılışlarını bu konunun dışında tutuyorum-. Gözden kaçırdığım nokta da sanırım buradadır: Yeterince sorgulamamış olmak. Bu bağlamda sistemimizde ne kadar eski-yeni hata var ise –ki o hataları tartışacak yerimiz şimdilik
burası değildir- bir bir aklımda dönüp durduğundan, değerlendirmemi de bu
akış üzerine kurduğumu söyleyebilirsiniz. Tepki çeken nokta da, bu konudaki
sivri üslubum oldu sanırım, yazıyı kaleme aldığımda bu değerli orkestranın
kurucu şefi olan beyefendinin şahsına karşı bir saldırı veya saldırgan sorgu
tavrı içerisinde olmak aklımın ucundan geçmemişken, nasıl böyle bir tavır ile karşılaştığımı anlamak, dediğim gibi, biraz şaşırtıcı oldu benim için. Lakin itiraf etmek gerekirse, yoğun bir sitem
duygusu hissettiğim konusunda dürüst olmam gerek.
Zira takdir edersiniz ki, tek amacım; ilk yazımda da
belirttiğim gibi, başta kendi eksiklerim olmak üzere hep birlikte açıklarımızı
ve eksikliklerimizi gidermemiz amacıyla ortak bir çabaya girişmemizdi. Bu
konuda müsterihim, beni bu yazı sonrası mutsuz edebilecek tek bir şey varsa, o da o sahnede çabalayan insanları üzmüş
olma ihtimalimdir. Ben bir dinleyiciyim ve
tek bir görevim var: hayır, sandığınız gibi dinlemek değil, sorgulamak. Görevimi yeterli seviyede icra etmediğimden kaynaklı olarak birçok
insanı belki de üzüp kırmışımdır, varsa öyle bir hatam, tekrarlıyorum, affolsun. Bununla birlikte belirtmem gerekir ki,
yazılmış taze bir eseri dinleme şansını kaçırmış olmak da ayrıca üzdü beni.
Fakat ufak sorular yine de kafamı kurcalamıyor değil: lojistik sıkıntılar
nedeniyle bestecilerimizin herhangi bir eserini bu önemli açılışta -veya kapanışta da diyelim, eksik kalmasın- sunamamış olmak elbette
anlayışla karşılanabilir, fakat Kalinnikov’un uzun ve geniş çaplı sayılabilecek
eseri yerine Saygun’un Op.30 İkinci Senfoni’sini icra etmek ciddi anlamda
zorlayıcı olacak mıydı? Ya da Mozart’ın güzide konçertosu yerine Betin Güneş’in
veya Ekrem Zeki Ün’ün daha küçük topluluklar için yazmış olduğu Piyano Konçertoları, Nevit Kodallı’nın Ebru’su veya Cemal Erkin’in Konçertino’sunu seslendirmek imkânsız
bir senaryo muydu? Genç müzisyenimiz, Mozart’a olan hâkimiyetiyle şu an aklıma
gelip gelişigüzel sayıkladığım eserleri rahat bir biçimde yönetemez miydi? Bunu yaptığı an,
kendisine örnek olarak gösterilen –veya
örneği yakıştırılan- Barenboim’in icraatlarının bir adım ötesine geçerek hepimize –Barenboim dâhil- bu gencecik yaşında
örnek olamaz mıydı? Barenboim -veya adı geçen diğer başarısız kehanet karakterleri-, bu gencimizn yaşında böyle bir prömiyere veya çağdaş esere, solist-şef olarak icra teşebbüsünde bulunmuş mudur acaba? Hem de ülkesinin önemli bir festivalinde? Mümkündür, -her ne kadar şiddetle karşı olsam da- ancak o zaman bu tür yakıştırmaları yapmanız, belki çok daha yerinde olacaktır. Belirteyim ki, tüm bu basit örnekler kendime
sorduğum soruların birer sonucudur, cümlelerimi yanlış anlaşılmamak -ve her açıdan yorulmamak- adına bu denli uzatmış bulunuyorum.
Böyle bir senaryonun gerçekleşebilme ihtimali, sadece siz
müzisyenlerimizin çabaları -ve elbette takdiri- ile oluşabilir. Ancak bu konuları sorgulamak ve
sorular sormak, daha doğrusu merak etmek de bir dinleyici olarak benim takdirim
olmalıdır. Bana
cevap vermek ve hatta beni ciddiye almak gibi bir yükümlülüğünüz
de yoktur; ancak bir müzisyen olarak, dinleyicilere -daha doğrusu
halkınıza- karşı sorumluluklarınız vardır. Festival düzenlemek ve o festivalde yer almak ciddi bir
iştir. Açıkçası, buradaki mesele ne sürüş kabiliyetidir ne de Rus veya Alman
otomobili kullanmaktır. Sıkıntımız: önündeki yokuşu gören bir Alman’ın “bir araç yapıp engeli
aşmalıyım” demesi, bizlerin de “bir Alman aracı alıp engeli aşmalıyım”
dememizdir. Eleştirdiğim unsur kişiliğiniz veya uygulamalarınız değil, siz de dâhil
her birimizin birer parçası olduğu bu kir tutmuş zihniyettir. Bu bağlamda ele
aldığınızda da, gerçek anlamda yaratan
bir bestecinin de oldukça talepkâr
olması son derece normaldir, bu maalesef hiç birimiz için sunulacak bir bahane değildir. Talepkâr
olmuyorlarsa eğer, bu durum, yaratma sanatının gelişmiyor olduğuna sağlam bir
işarettir. Klasiklerin çalınmasına karşı olduğum gibi bir izlenim yaratılmasına
da bu çerçevede itirazım olacak müsaadenizle; zira o eserlerin neden çalınması
gerektiği, ancak söz konusu topluluklar içerisinde yer alan icracılar
tarafından anlaşılabilecek teknik bir sorunsal değildir. Dinleyici bunun
farkındadır, bu tür bir tavırdan vazgeçmenizi naçizane tavsiye ederim. Bu zaten evrensel bir prensiptir. Okuma yazma öğrenimi
gibi uygulanması şart olan bir disiplindir, orkestra dediğimiz topluluğun organik ve öğrenen bir çalgı olduğunu
bana bu hususta hatırlatma teşebbüsünüz bile beni yeterince şaşırtmaya yetmiştir. Zamanında,
yönelttiğim benzer bir eleştiri için, çok değerli bir beyefendi tarafından
yüzüme son derece kibarca(!) “Dinleyiciysen dinleyici
gibi davran, al biletini, dinle, sonra da kalk evine git. Müziği
profesyonellere bırak!” cevabı almışlığım vardır. Bu sorumsuzluğa tepkili olduğum için yazıyor ve fikirlerimi paylaşıyorum zaten, başka bir amacım veya maddi çıkarım bulunmamakta. Lakin bana o eski günleri hatırlatmanıza sebebiyet verdiğim için
kendime kızdım, dürüst olayım. O sebeple, bu meseleyi burada bırakmamızı rica ediyorum. Sizi
kırdıysam, üzdüysem ve hatta öfkelendirdiysem beni affediniz ancak sorgulama
konusundaki naçizane takdiri de öfkeye ve alınganlığa yer bırakmadan lütfen bana
bırakınız. Sorumluluklarınızı biliniz; dinleyicilerinize bir iki kelime açıklama yapmayı çok görmek ve bunu alışkanlık haline getirmek ne denli hatalıysa, bu söylediklerimden farklı çıkarım yapmayı bir alışkanlık haline getirmek de o denli hatalıdır. Öfkeyle ve alınganlıkla sanat icra etmeyiniz.
Ayrıca Saygun Filarmoni Korosu’ndan bahsettiğim
kısımda ironi yaparak alay ettiğim
gibi bir kanıya varılmış. Bu başarılı topluluğun uzun yıllardır dinlediğim en
kaliteli tınıya sahip korolardan biri olduğunu söylemiştim. Böyle bir
topluluğun varlığını birinci elden tanımış olmak beni bu denli mutlu edip
heyecanlandırmışken, kaleme dökmüş olduğum fikirlerin bu yönde algılanması beni ciddi anlamda şaşırttı. Yazdığım yazıları yayınlamadan önce defalarca okumayı alışkanlık etmiş bir insan olarak, açıkçası bu duruma zerre kadar anlam veremedim. Özellikle çilekeş kelimesini kullanmam rahatsızlık
yaratmış sanırım, şahsıma iletilen mesajlardan anladığım budur. Bu konuda
yetenekli koro üyelerimizi ve genç şeflerimizi üzmekten hicap duyarım ancak böylesi tuhaf çıkarımları ne düşünerek yaptıklarını gerçekten bilemiyorum. Ama çilekeş kelimesini
kullandığım ve koro ile ilgili yazdığım cümleler için asla özür dileyecek değilim; bu ülkede ciddi anlamda gayret
gösteren hevesli bir koro şefinin neler çektiğini, yönettiği koronun üyesi bile
tam olarak anlamayabiliyor maalesef. Ben ise şahsım adına sadece kuru kuruya empati yapmaktan öteye gidemem, kabul
ediyorum ve etmeliyim de. Zira bir koronun parçası olarak müzik yapmanın zevki
ve öğreticiliğini yaşamamış ve bir koroyu yönetmenin zorluğuyla yüzleşmemiş
kişilerin kalkıp bu konuda böylesi talihsiz bir algı yaratmaları çok komik ve çok üzücü. Bir art niyetim olmadığını şu birkaç sayfalık yazıda belki de onuncu kez yinelemek zorunda kalmam ise, paha biçilemez.
Son olarak beni epey şaşırtan bir kısma daha
değinmek isterim: birçok kişi, kimliğimi açıklamadığım ve adımı gizlediğim için
etik davranmadığımı ve bir bakıma
ahlaksızlık yaptığımı söylemiş. Hatta beni sosyal medya platformlarında en
çirkin siyasi güdümler ile gündem yaratmaya çalışan, amacı zarar verip
insanları yanlış yönlendirmekten başka işlevi olmayan soytarı bile
diyemeyeceğim zararlı bir takım unsurlara benzetmeye kalkışacak kadar –umarım ki kötü bir niyet gütmeden-
haddini aşmış. Merakınızı gidermek adına şunu söyleyeyim: adım Muzaffer’dir
efendim, -toprakları bol olsun-
sevgili annem ve babam ilk doğan çocuklarına bu ismi koymayı uygun görmüşler.
Soyadıma, Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarama, nüfus bilgilerimle birlikte
iletişim kanallarımın bilgisine internetten ulaşabilirsiniz, zira aralarında
bizlerin de bulunduğu elli milyon kadar seçmenin tüm bilgileri sızdırılmış
durumda. Oradaki Muzaffer’lerden birisi benim. Yazdığım fikirlerden mi yoksa
ismimin durumundan mı rahatsız olundu bilemeyeceğim, kaldı ki mahlas kullanarak
yazmak eski bir gelenektir ve sebepleri tamamıyla özneldir. Aksi takdirde Sezai
Karakoç’un, Mehmet Akif Ersoy’un veya Sait Faik Abasıyanık’ın hangi müstear(!) ve sakıncalı(!?)
isimler ile yazılar yazdıklarını araştırdığınız takdirde, bu durumda ciddi bir
ahlak yozlaşması olmadığını, gayet sıradan bir gelenek ve basit bir tercih olduğunu görürsünüz. Bu
konuda biraz okuyup araştırmanızı, çirkin benzetmelerden de -statünüz, konumuz ve temsil ettiğiniz yüksek kültür adına- kaçınmanızı rica
edeceğim. Takma isim arkasında insanlara hakaret eden, tehditler savuran,
tahrik ve kışkırtmak gibi zarar vermeye yönelik eylemlerde bulunan kimseler
için elbette ahlaki sorgulamalar yapılmalıdır. Mahlasa değil, mahlasın ürettiği
içeriğin önemli olduğuna dikkatinizi çekmeyi bir görev addederim. Günümüz gazetecilerine gerçek isimleriyle belki de yalanları yazdıkları için kızdıktan sonra, takma soyad kullanarak fikirlerini beyan eden birisine çirkin yakıştırmalar yapmak kültür seviyenize yakışan bir hareket değildir. Şu konuda yazıyor olmak bile benim için zûldür. Saygısızlaşan
ve sevimsiz yakıştırmasını yapmaya cüret edeceğim bir takım mesajlar atan değerli
okuyucularımdan da rica edeceğim ki, lütfen çirkinleşmeyelim. Gün gelir, oturup
yüz yüze keyifli ve uzun sohbetler gerçekleştiririz. Birbirimize karşı
samimiyetle gülümseyebilecek yüzümüz olmalıdır, çünkü insanlık dediğimiz erdem,
hele ki bir müzisyen için, müziğin de kariyerin de çok üzerindedir. Yazdıklarım
munis ve alçakgönüllü olduğum için değil, tam aksine, insanlık adına bilgi ve
erdem paylaşımı için çabaladığımdan ötürü
naçizanedir.
Bir sonraki yazıma dek; birbirimizi düzgün okuyup anlamadan
kırmamak, üzmemek ve gücendirmemek dileğiyle, esen kalınız.
Meraklısı için not: “İnternette
bulabilirsiniz” dediysem sözün gelişidir, lütfen bilmediğiniz sitelere
girip de güvensiz veritabanlarına bilgi vermekten kaçınınız, aman diyeyim. Saygılarımla...