8 Ekim 2017 Pazar

YILIN MÜZİSYENLERİ VE MÜZİKSEVERLERİ - 2017 ÖDÜLLERİ




Değerli sanatseverler,

Uzun bir aradan sonra yeni bir yazıyla birlikte hepinizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum.

Geride bıraktığımız müzik sezonu, güzel ülkemizin ekonomik ve siyasi bağlamda barındırdığı zor şartlara rağmen oldukça yoğun geçti ve genel bir değerlendirmeyi kati suretle hak ediyor. Ancak bu değerlendirmeyi, okuması oldukça yorucu olacak büyük bir makale ile ifade etmek yerine çok daha yapıcı etkisi olacak bir ödül yazısı ile gerçekleştirmeye karar verdim. Bu yoğun sanat takvimimizin aktörlerine çabalarının son kertesine dek hak ettikleri ödülleri sunarak, aldıkları ödül bağlamında genel bir değerlendirmede bulunacağım.

Ödüllerimiz iki ana başlıkta toplanıyor: Yılın Müzisyenleri ve Yılın Müzikseverleri… 



Yılın Müzisyenleri

Saygı Ödülü: Verda ERMAN (Piyanist)
Sebat Ödülü: Alparslan ERTÜNGEALP (Orkestra Şefi)
Disiplin Ödülü: Orçun CİVELEK (Klarnet Sanatçısı)
Kahramanlık Ödülü: Benyamin SÖNMEZ (Viyolonsel Sanatçısı)
Yaratıcılık Ödülü: Attila Kadri ŞENDİL (Besteci)
Miras Ödülü: İlhan BARAN (Besteci - Eğitimci)



Yılın Müzikseverleri

Turkuaz Tekerrür Ödülü: Turgay ERDENER (Besteci)
Maddiyat-ı Kesîfe Ödülü: Rengim GÖKMEN (Orkestra Şefi)
Şefçilik Oyunu Ödülü: Hakan ŞENSOY (Keman Sanatçısı) & Oğuzhan KAVRUK (Viyolonsel Sanatçısı)
Hegemonya Ödülü: Tayfun BOZOK (Keman Sanatçısı)
Fare Fiasco Ödülü: Sevda & Cenap And Müzik Vakfı (SCAMV)
Üç Maymun Ödülü: Tüm Müzisyenler ve Müzikseverler


Sözü hiç uzatmadan, ödülü hak eden müzikçilerimizi huzurlarınıza sunmaktan onur duyarım.



YILIN MÜZİSYENLERİ


Saygı Ödülü: Şaşırtıcı gelebilir ancak Türkiye’de akademik eğitim almış profesyonel piyanist sayısı, diğer çalgı alanlarında aynı çapta eğitim almış müzisyen sayısının toplamından daha fazla. Buna rağmen, müzik kurumlarımız hem yıllık programlarına hem de festivallere genellikle yabancı piyanistleri dahil etmeyi uygun görüyor. Bu uygulama sadece solistik konserler için değil, oda müziği ve resitaller için de geçerli bir politika. Bunun sebebi, ağırlıklı olarak yabancı hayranlığı ve bir nevi aşağılık kompleksi olarak öne çıksa da, işin içerisine eser miktarda çalışma uyumu, iş akışı ve konser performansı konusundaki kaygılar da eklenince, ortaya oldukça hazin bir tablo çıktığını üzülerek söylemeliyim. 

Çoğu piyanistimizin, geldikleri yaşa ve mertebeye oranla çoktan edinmiş olmaları gereken profesyonel sahne adabı ve kültürden yoksun olduklarını üzülerek görmekteyiz. Bu gerçeği göz ardı etmek iki yüzlülük olacaktır.

Bu sebeple: icrasındaki tartışılmaz ustalığı ve derin müzikal yaratıcılığı, tek bir gün bile bozmadan devam ettirdiği yaşam ve çalışma prensibi, zarif kişiliği ve yüksek düzeyde temsil ettiği sanat kültürü ve sahne adabıyla dünyadaki çok sayıda müzisyene insanlığıyla örnek olmuş sayın Verda ERMAN’ın değerli anısına bu naçizane ödülü sunmaktan onur duyuyorum. 

Kendisini kaybedeli üç yıl oldu. Onun kaybı sadece müzik kültürümüzden değil, sonraki nesillere aktaracağımız insanlık ve sanatçılık kültürümüzden de çok şey götürdü. Cahillikleriyle övünen, duygularını yaptıkları müzikle değil de aldıkları ödüller aracılığıyla ifade etmeye çabalayan, sadece şan, şöhret ve para odaklı bir kariyer ile gerçek müziğin icra edilebileceğini düşünen çok sayıda genç-yaşlı piyanistimize -ve müzisyenimize- zarif ve keskin bir karşıtlık idi Verda Erman’ın hayatı… Yetişmekte olan genç piyanistlerimizin, bir takım sosyal medya ve sergi sarayı projesi olan geçici dâhileri değil; Erman gibi dünya çapında müzik elçiliğimizi zarafetle yapmış olan kıymetli müzisyenlerimizi örnek almaları en büyük arzum ve dileğimdir. Ruhu şad olsun.

Sebat Ödülü: Orkestra şefliği, cumhuriyetin belki de en önemli kazanımlarından olan büyük müzik devriminin üzerinden neredeyse yüz sene geçmesine rağmen, eğitim ve icrası sistemi hala oturtulup gelenekleştirilememiş çürük bir örneği teşkil ediyor. Bir grup bencil şahsın ellerinde adeta oyun hamuruna dönmüş olan bu önemli alanda, çok az sayıda nitelikli şefimiz var ve akademik eğitim kurumlarımızdaki sözde şeflik eğitim programları dünyadaki muadillerine kıyasla anaokulu seviyesinin ötesine bile geçememekte. Bu sebeple, şeflik sanatına gönül vermiş çocuklarımız eğitimleri için yurtdışına kaçmak zorunda kalıyorlar. Bu vahim tablonun en büyük sorumluları, yıllardır öğrenci yetiştiriyormuş gibi gözükerek, aslında tek yaptıkları öğrencilerini -amiyane tabir ile- şahsi hizmetçileriymiş gibi kullanmak olan; kimi profesör, kimi zamanının müzik kurumu bürokratı, kimi de ciddi bir müzik otoritesi olarak saygı gören sözde büyük şeflerimiz… Üzücü olan şudur: amacı yeni bir şef, yeni bir müzisyen yaratmamak olan bu gelenekçilik soslu kölelik düzeni halen devam etmektedir. Bencillikleri ve şahsi çıkar bağımlılıkları yüzünden orkestralarımızın kalitesini onarılamaz derecede düşüren, bu bağlamda ülkemizdeki müzik eğitiminin kötü durumda olmasından birinci derecede mesul olan bu kişiler, kokuşmuş tiranlıklarını göğüslerini gere gere sürdürebiliyorlar. Umuyorum ki gün gelecek, bu riyakar düzen ortadan kalkacak ve ülkemiz hem eğitimci hem de kurucu roller üstlenebilecek onlarca yetenekli ve temiz yürekli orkestra şefi ile dolacaktır.

Sadede gelirsek, bu ödülü kimin alacağına karar vermek aşırı derecede kolay oldu. Orkestra şefliğinin; podyuma çıkıp tempoya göre baton savurup emirler yağdırmak, bu sayede ezilmiş egolarını besleyerek komplekslerini bastırmak olduğuna inanan çok sayıda cahil, küstah, sinsi ve şark kurnazı sözde şef arkadaşımız var iken; kimin gerçek anlamda müzikal yöneticilik kültürü ve becerisine sahip olduğunu kestirmek pek de zor olmasa gerek.

Sonuç olarak bu ödülü: Avrupa’nın en önemli müzik kurumlarında uzun yıllardır başarılı bir müzisyen olarak kariyerini sürdüren, ömrünün tek bir dakikasını bile sahte ilişkilerle, anlamsız sosyal medya şaklabanlıklarıyla ve sırf fazladan alkış almak için sözde gençlik özde reklam projeleriyle boşa harcamamış olan Alparslan ERTÜNGEALP’e sunmayı uygun görüyorum. Ömrü boyunca iki yüzlülükten uzak durup doğruları söylediği ve bu yüzden ülkemizde resmen persona non grata -istenmeyen adam- ilan edildiği gerçeğini bir yana bırakırsak, Ertüngealp’in son yıllarda yetişmiş en önemli Türk orkestra şefi olduğu su götürmez bir gerçektir. Başarısındaki en büyük pay, ülkemizdeki kötü niyetli şef-hocalar ve onların sahte asistanlık sisteminden uzak durmuş olmasıdır belki de. Yetişmekte olan genç orkestra şeflerimiz, Ertüngealp’in çalışkanlığını ve mücadelesini örnek aldıkları takdirde, hocalarının kendilerine baton yerine niçin çay-kahve taşıttıklarının farkına mutlaka varacaklardır. Gerçeklerin, günün birinde mutlaka ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır… 

Disiplin Ödülü: Hep düşünmüşümdür; ülkemizde piyanist yetiştirme çabasının sadece yüzde birini nefesli çalgı icracısı yetiştirmeye sarf etseydik, şu an dünyanın önde gelen bandolarına ve orkestralarına sahiptik… 

Ancak öyle icracılarımız var ki, beni bu düşüncelerim yüzünden fena halde utandırıyorlar. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda klarnet sanatçısı olarak görev yapan Orçun CİVELEK, bu başarılı müzisyenlerimizden sadece bir tanesi. Çalgısında ne denli usta olduğunu ve bir müzisyen olarak üstün meziyetlerini burada sıralamak son derece lüzumsuz olacaktır, zira yıllardan beri neredeyse sokakta simit satan emekçilerimize bile ödül dağıtan sanat kurumlarımız ve sözde müzik dergilerimizin Civelek’i bilhassa görmezden gelmiş olduğunu burada belirtmem, konunun kapsamlı şekilde anlaşılmasına kâfi gelecektir. “Gerçek bir orkestra sanatçısı nasıl olmalıdır?” sorusunun canlı örneği olan Civelek’in, uzun ve sağlıklı olmasını dilediğim ömrünün son nefesine dek bu çalışma disiplinini ve yüksek icra kalitesini asla düşürmeyeceğinden eminim. Bu konudaki tek arzum, Civelek gibi gerçek müzisyenlerimizin ve usta çalgı icracılarımızın konservatuvarlarda insan yetiştirme çabasına ortak olmalarıdır. Umuyorum ki bu arzum günün birinde gerçekleşir ve Orçun’un örnek bir sanatçı olarak mirası sonraki nesillere de aktarılmış olur.

Kahramanlık Ödülü: Bir müzisyenin var oluş mücadelesi çok küçük yaşlarda başlıyor. Bu uzun ve meşakkatli eğitim süreci, küçücük müzisyen adaylarını sadece teorik ve akademik açıdan değil, fizyolojik ve psikolojik açıdan da oldukça zorluyor. Bu mücadeleyi kazanan çocuklarımız yetkin bir müzisyen olarak hayatlarına devam etme çabasına -tekrardan- girişirlerken; diğer çocuklarımız ise eğitilememiş yetenekleri, ışık saçmaya fırsat bulamamış pırıltıları ve asla gerçekleşmeyecek olan hayalleri ile yitip gidiyor. Her iyi müzisyenin aslında birer öğretmen de olduğu su götürmez, ancak profesyonel olarak eğitimcilik yapan bir müzisyenin, o küçücük ruhtan sadece bir sanatçı değil, bir insan da yetiştirmesi gerektiğini hatırlaması gerekiyor.

Bilgisiz, görgüsüz ve belki de kötü niyetli müzik eğitimcilerimiz sayesinde onlarca pırıl pırıl çocuğumuzu kaybettik. Bir çoğu mezun oldukları okulların önünden geçmemek için yollarını kilometrelerce uzatmayı göze alacak kadar hasarlı, bir çoğu ise tüm duygularını ve yaşam enerjilerini adadıkları enstrümanlarından ve müzikten tiksinecek kadar öfkeli ve yorgun… Yanlış öğretilen çalgı tekniği sebebiyle sakatlanan, çalamaz hale gelen, psikolojik sağlığı darbe almış çocuklarımızın sayıları ise inanılmaz boyutlarda. Bu amansız mücadeleden sağ çıkmış çocuklarımızın sayısı, ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmez. Merhum viyolonsel sanatçımız Benyamin SÖNMEZ, bu mücadeleci çocuklarımızdan yalnızca bir tanesiydi.

Bundan tam altı yıl önce ani ölümüyle tüm müzik camiasını yasa boğduğunda, aklıma ilk gelen düşüncelerden biri, bu yetenekli müzisyenimizin ne kadar büyük mücadeleler ile boğuşmuş olduğuydu. Sadece akademik hayatı değil, özel hayatı da zorluklar içerisinde geçmişti. Ancak tüm bu zorluklar, çok sayıda nitelikli ödülü ve daha da önemlisi dünya müzik çevrelerinin sonsuz takdirini kazanmasına engel olmamıştı. Bu başarıyı kabarık faturalı reklam kampanyaları ve devasa holding sponsorluklarıyla değil, konsere gitmesi için gereken yol parasını denkleştirme çabalarını da müziğinin içerisine yedirebilmesiyle elde etmişti. Genç yaşında, hiç durmaksızın sürekli çalışarak kendine bir yer edinmişti. Neredeyse tüm çalışmalarını dikkatle takip ettiğim bu değerli çocuğumuz ile ilgili yazı yazmak, benim gibi müzik konusunda taş kalpli olarak nitelenen bir insan için bile oldukça zor. Bu sebeple; hayat mücadelesi, çalışkanlığı ve müzikten başka tek bir otorite dahi tanımayan dünya görüşü nedeniyle, kendisine bu naçizane ödülü sunmaktan mutluluk duyuyorum. Konservatuvarlarımızdaki genç müzisyenlerimiz arasında bir kahraman, bir fenomen olarak görüldüğünü sürekli işitiyorum; Benyamin’in yaşam mücadelesi ve müzisyen kişiliği, umuyorum ki daha büyük festivaller, konserler ve etkinlikler ile yad edilir ve sonraki nesillere aktarılır. Ruhu şad olsun. 

Yaratıcılık Ödülü: Bir sanatçıyı yarattığı güzellikler için takdir edip ödüllendirmek ne kadar adil ve güzel bir davranış olsa da, bir besteciyi ödüllendirmenin o bestecinin yaratıcılığına ve hayal gücüne zarar vereceği fikrini savunmuşumdur her zaman. Besteci eleştiriye en çok ihtiyaç duyan sanatçıdır ve bu eleştirinin yapıcı veya yıkıcı olmaktan ziyade gerçekçi olması önemlidir. Bu sebeple sayın Attila Kadri ŞENDİL’i bu bağlamda değerlendirerek ödüllendirmek gereklidir diye düşünüyorum.

Şendil, Akdeniz Üniversitesi Antalya Devlet Konservatuvarı’nda Kompozisyon ve Orkestra Şefliği bölüm başkanı olarak görev yapıyor. Aynı zamanda iyi bir klarnet sanatçısı olan Şendil, hem geleneksel Türk müzik külliyatımıza hem de Batı müziği tekniğine hakim az sayıda bestecilerimizden. Şendil oldukça verimli bir besteci, müzikal yaratıcılığı yıllar içerisinde yavaş bir gelişim gösterse de, oldukça sağlıklı temellere oturuyor. Bunun en büyük kanıtı da kanımca son yazdığı eseridir.

Bremen Mızıkacıları, Almanya’nın önde gelen sanat kurumlarından Komische Oper Berlin’in Şendil'e sipariş etmiş olduğu bir çocuk operası. Librettosu da yine aynı üniversitede görev yapan Murat Çağlar’a ait. Eserin ilk seslendirilişi 24 Eylül’de gerçekleşti ve müzik çevreleri tarafından olumlu eleştiriler aldı. Belirtmem gerekir ki, çocuklara hitap edecek bir sahne eseri yazmak çoğu besteci için korku sebebidir. Kimi besteci için büyüklük kompleksi duvarına toslayan bu alan, gerçekte yüksek bir hayal gücüne, parıl parıl parlayan canlı fikirlere ve bunları işleyecek düzeyde ustalığa ihtiyaç duyar. Ancak bu işleme sürecini bir çocuğun naif zihninden geçirmek zorundasınız. Bir çocuk için hemen herşey birer sanat eseri olabilir; yerdeki kurumuş bir yaprak, su kıyısında bulduğu sıradan renksiz bir taş… Çocuklar doğaya bir sanatçı olarak yaklaşırlar ve evrendeki güzellikleri görme konusunda üstün bir yetenekleri vardır. Bu sebeple çocukları merkeze alarak bir eser bestelemek bir besteci için oldukça zorlayıcıdır. Eğer o eserin, dinleyicilerine hayat mücadelesinde kendilerini geliştirebilmeleri için bir takım değerler de katabilmesi amaçlanıyorsa, ciddi bir yaratıcılık becerisine sahip olmanız gerekir. Şendil, böylesine zor bir görevin altından kalkabileceğini göstermesiyle gerçekçi bir tavır ile takdiri hak ediyor. Besteciyi, korkularına yenilmeden bu eseri başarıyla sahnelettiği için gönülden kutlamak gerek.

Sadece başarı kazandığı bu sevimli ve renkli operasıyla değil, çalışkanlığı ve mütevazi kişiliğiyle de örnek alınması gereken bir müzikçi olduğunu düşündüğüm Şendil’in, bir besteci olarak kendi gelişim sürecini hızlandırmak adına sahne yapıtları üretimine ağırlık vermesi ve kendini küçük formlara hapsederek kısıtlamamasını dilerim. 

Miras Ödülü: Sanat eğitimi, eğitim alanının belki de en zor dalı. Sanatçı adayının yaratıcılık, teknik, fizyolojik ve psikolojik tüm sıkıntılarına hakim olmanız ve öğrencilerinizi yatkınlıklarına ve istidatlarına göre yönlendirmeniz gerekir. 

Ülkemizde bu kalitedeki entelektüel sanat eğitimcisi sayısının çok az olduğunu ve müzik okullarımızdaki eğitim kalitesinin ne denli düştüğünü hatırlatmak isterim. Konservatuvarlarımız, kibir gözlüklerini çıkarıp da şapkalarını önlerine koyup bu konuyu etraflıca düşünmedikleri sürece, niteliksiz ve çürük eğitimcilerin sisteme verdiği zararlar müzik sanatımızı akademik anlamda yok olmanın eşiğine kadar götürebilir.   

Merhum besteci ve müzik eğitimcisi İlhan BARAN, bugün çığlık çığlığa sorduğumuz “Nitelikli ve aydın bir eğitimci nasıl olmalıdır?” sorusuna harika bir cevap olarak, ömrünün neredeyse tamamını öğrencilerini eğitmeye, onlarla bilgisini, fikirlerini ve edindiği kaynakları paylaşmaya adamıştı. 2016 yılının Aralık ayında kendisini kaybetmemizin ardından yazmış olduğum “İlhan Baran’ın Ardından…” başlıklı yazımda, Baran ile ilgili duygu ve düşüncelerimi, iyi veya kötü, bir şekilde aktarabildiğimi düşünüyorum ve bu yazıda da bu düşüncelerimi tekrar edip sıradanlaştırma niyetinde değilim. Bu ödülü, sadece müziği değil, müzikal düşünebilmeyi de öğretebilmiş olan Baran’ın aziz hatırasına sunmaktan mutluluk duyuyorum. Öğrencilerinin, müzisyenlerin ve dinleyicilerin Baran’ın fikir mirasını kendi öğrencilerine, yakınlarına ve kendi halkına aktaracaklarından eminim ve onun hatırasının uzun yıllar yaşatılacağına dair kuşkum bulunmamakta… Ruhu şad olsun.  



YILIN MÜZİKSEVERLERİ


Turkuaz Tekerrür Ödülü: “Ne kadar çok müzikal üretim, o kadar gelişen bir müzik kültürü!”

Güzel tınlayan bir cümle, tartışmasız… Ancak doğru ve isabetli değil. 

“Yürekten tek bir güzel ezgi, yüz kalitesiz şarkıya bedeldir…” 

İşte doğrusu bu olmalı.

Bu ödülümüzü, besteci Turgay ERDENER kucaklıyor. Muhtelif birçok kaynakta Türk bestecileri arasında en üretken, en aktif, en olgun örneği temsil ettiği ve Batı-Doğu müzik kültürü arasında sağlam bir köprü olduğu yazılan Erdener’in eserleri, ne yazık ki bu tanımdan oldukça uzak. Kendisinin uzun yıllar boyunca duyduğum tek eseri, eşi Selva hanımın söylediği hafif stildeki şarkılarıydı. Gittiğim her konserde, dinlediğim her radyo yayınında bu şarkıları duymaktan artık sıkılmaya başlamışken, bu şarkıların beni niçin bu denli rahatsız ettiğini anlayabilmek için ciddi bir çabaya giriştim.

En başlarda, bu şarkılarda beni en çok rahatsız eden unsurun eserin icra kalitesi olduğunu düşünmüştüm. Fakat sonradan bu konuya derinlemesine yaklaşmam gerektiğini hissederek kendimi bu problemi çözmek için teşvik ettim ve vardığım sonuç şu oldu: Erdener, oldukça dar bir tonal yelpazeye sıkışmış, son derecede basit ve tek düze -daha doğrusu yapısız- ezgilerle bezemişti bu şarkıları. Elle tutulur  tek bir ezgisel örgünün yer almadığı bu şarkılarda, besteci neredeyse hiç kontrast gözetmeden amatörce denebilecek bir yazım tekniğiyle müziğin hemen her noktasını sonu gelmez pasajlara boğmuştu. Mesele çok basitti: besteci, ezgiyi işleme konusundaki yetersizliğini çalgısal renkler ile kapatma düşüncesiyle hareket ediyordu ve bunu da basit pasajlar ile başarabileceği sanrısını yaşamıştı. Müziğin kalitesini düşüren yegane problem buydu. Bu kanıya varabilmek için bestecinin diğer eserlerini de ayrıntıyla ele almam gerektiğini ayrıca belirtmeliyim. Çünkü üzücü olan asıl nokta buradadır: Erdener’in teknik zafiyetlerinin müziğine verdiği zarar, yazdığı şarkılarla sınırlı değil maalesef. 

Erdener’in kanımca başarısız iki senfoni girişiminden sonra kendini haklı olarak daha küçük çaplı eserler yazmaya vermiş olması garipsenmeyecek bir durum. Şostakoviç’in “Besteci müziğin her türünde eser vermeli, tek bir alanda uzmanlaşmaya çabalayarak yaratıcılığını zayıflatmamalı.” sözüne kısmen de olsa katıldığımı söylemeliyim. Besteci, kaliteli ürün verdiği bir yelpazede karar kılmışsa, yaratıcılık dilini o merkez üzerinde yükseltebildiği kadar yükseltmelidir ancak bu doğrultudaki yolunu, diğer türlere karşı kendini soyutlayarak yapmaması gerekir. Farklı türlerde eserler bestelemek, besteciyi farklı bir habitata ve iklime sokacağından yaratıcılığını ve teknik becerilerini ciddi anlamda besleyecektir. Erdener’in son derece zayıf senfonik girişimleri sonrası böyle bir karar alması doğru bir teşhis olabilir fakat bestecinin tedaviye cevap vermediğini üzülerek söylemem gerek.

Bale repertuvarımızın nitelikli eser bakımından son derece cılız olması sebebiyle kısmen bir başarı yakalamış olan Afife balesi, gençlik dönemlerinde bestelemiş olduğu yaylı orkestrası için Mi’den Dört Bölüm ile birlikte bestecinin belki de en oturaklı müzikleri olarak öne çıkıyor. Her ne kadar Afife balesindeki motor-faktörün bestecinin teknik yetersizlikleri sebebiyle zayıf kalıyor olması bir sahne (daha doğrusu dans) müziği için ölümcül olsa da, son yazdığı eserlerden olan Kanun Konçertosu veya Yaylı Çalgılar Dördülü göz önüne alındığında, gençlik ürünü sayılan bu dans etmesi pek de mümkün olmayan balesi resmen parlıyor. Kanun Konçertosu’nu bu bağlamda bir kilometre taşı olarak görüyorum. Erdener’in önceki yıllarda bestelemiş olduğu obua ve klarnet konçertoları ile karşılaştırıldığında, bu müzikteki teknik ve tınısal yetersizlik, bestecinin tek bir yaratı alanında ısrar etmesiyle birlikte olgunlaşıp ustalaştığını değil, tam aksine, bir yaratıcı olarak son derece zayıfladığını gösteriyor. Yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliği ile duyacağımız Tambur Konçertosu’nda da bestecinin bu açıdan herhangi bir gelişim emaresi göstereceğini sanmıyorum. 

Bestecilik sanatının sadece küçük bir kısmının yaratı, kalan büyük kısmının ise hayal gücü ve işleme becerisi olduğunu bilen kişiler, Erdener’in yaratıcılık sıkıntılarının çok daha derinlerde olduğunu fark edeceklerdir. Bir temanın işlenmesi ve geliştirilmesi konusunda yeterince beceri sahibi olmadan, bırakın şarkıyı veya dans müziğini, kalkıp bir senfoni veya konçerto yazmaya çalışmak gerçekten ciddi bir algı kırılmasının göstergesi olmalıdır diye düşünüyorum. 

Tüm bunlarla birlikte, bir besteci olarak geleneksel müzik sanatımıza ve enstrümanlarımıza yöneliyor olması her ne kadar takdir edilesi bir davranış gibi görünüyor olsa da, Türk müziği nazariyatı ve külliyatı üzerindeki bilgisinin oldukça kısıtlı olduğu, bu yönelimle yazdığı eserlerin her ölçüsünde hissediliyor. Bahsettiğim zayıflık makam ve usûl bilgisi ile değil, bu ses sisteminin icra kültürüne olan teorik ve pratik hakimiyet ile ilgilidir. Ayrıca tüm samimiyetimle belirtmeden geçmemeliyim; diğer alanlardaki başarısızlık öykülerini farklı bir maske ile tekrar anlatmaya çalışmak, iyi bir makyaj yöntemi değildir. Anlatıcının yüzündeki maske, anlattığı hikayeyi değiştirmez.

Önce de bahsettiğimiz üzere; bir alanda ustalaşmak için, diğer alanlar üzerinde de hakimiyet kurmanız gerekiyor. Erdener’in bu inadını daha ne kadar sürdüreceğini bilemiyorum ancak kalitesi gün geçtikçe düşen bir ürün yelpazesiyle karşılaşmanın artık bıkkınlık veriyor olduğu aşikar. Ya teknik yetersizliklerini kapamak adına yepyeni habitatlar bulmak için çırpınmalı ya da çok daha radikal kararlar almalı. Erdener bu tutumunu sürdürdüğü takdirde zamanında Chopin’in de muzdarip olduğu bir tür janr prensliği kompleksine kapılacaktır, kanımca çoktan kapılmıştır bile. Ancak unutulmaması gerekir ki, Chopin, üstün müzikal yaratıcılığı ile duyguları kusursuzca ifade etme kabiliyetine sahip bir besteciydi ve bu kibire kapılmakta son derece haklıydı. Son olarak Einstein’ın sözünü hatılatmakta beis görmüyorum: “Delilik: aynı şeyi defalarca yapıp, farklı sonuçlar beklemektir.”.


Maddiyat-ı Kesîfe Ödülü: Günümüzde de etkinliğini sürdüren ve cumhuriyetimizin en büyük kazanımlarından olan sanat kurumlarımız, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesine ulaşma yolunda sahip olduğumuz belki de en önemli unsurlar. Ancak ülkemizdeki hemen her kurum gibi, ne yazık ki bu değerlerimiz de bir takım kişisel çıkar ve dayatmaların kurbanı olup içerden ve dışardan oldukça zayıflatıldılar. Bu güzide topluluklarımız, resmen itibar savaşı vermekteler. Kurumlarımızın bu yıpranma sürecine karşı bağışıklık geliştirememesi de, hiç kuşkusuz yöneticilerinin görüş darlığı ve kısıtlı becerileri ile doğru orantılı. Ancak bir sıkıntı daha var ki, az önce saydıklarımızdan çok daha sinsi ve tehlikeli bir düşman:

Şeffaflık yoksunluğu.

Bu bağlamda, ödülümüz ülkemiz müzik hayatının baş figürlerinden biri olan şef Rengim GÖKMEN’e gidiyor… Kendisi, uzun yıllar boyunca küçük veya büyük birçok bürokratik mevkide, irili ufaklı birçok tasarıda görev almış; devletçe sözü dinlenen, meslektaşlarınca da dediği yapılan bir sima… olarak biliniyor.

Küçücük bir pencereden baktığınızda, Gökmen’in ciddi bir otorite olarak arz-ı endam eylediğini görürsünüz. Ancak pencerenin boyutu genişlediğinde, az önce kocaman gözüken karşı bahçenin ağacı bir anda elinizdeki kalemin ucu kadar küçülüyor… Perspektif ne denli genişse, hedef panorama da o denli derinleşir.

Bir müzisyen olarak derinlemesine değerlendirilmesi gereken bir özelliğinin bulunduğunu düşünmüyorum Gökmen’in. Kendisini ne icra ettiği eserlere bambaşka soluklar getirecek parlak bir müzisyen, ne de yönettiği toplulukları yüksek seviyelere çıkartacak başarılı bir şef olarak görmüşümdür. Sanki o konserin saatinde başlayıp saatinde sona ermesinden başka bir fonksiyonu yokmuşçasına, ne opera temsillerinde ne de senfonik icralarda, Gökmen’in topluluğa ve yönettiği müziğe sanatsal anlamda yaptığı tek bir katkıya rastladığımı hatırlamıyorum. Bir eserin ne denli büyük emekler ile icra edildiğini bildiğimden, Gökmen’in icrasını kupkuru ve sığ olarak sert bir üslup ile nitelemek istemiyorum fakat bugüne dek yönettiği tek bir eserin bile tını ve dinamikler bazında zerre parıltı taşımadığına da birinci elden şahidim. Bakınız; dünya kaliteli müzisyenler ve şefler ile dolup taşıyor, bilhassa son elli yıldaki müzikal gelişim gerçekten dudak uçuklatıcı. Eğer düzgün bir iş yapmak istiyorsanız, bu işin dünyada bir dengi olmalıdır ve değerlendirmeler genelde bu denklik üzerinden yapılır, yapılmak zorundadır. Tüm bunları birer aşağılama veya hakaret babında söylemiyorum, ancak Gökmen benim için orkestralar ve topluluklar arasında sürekli olarak mekik dokuyan, bu örgüde yer alan derin kusurları yamamaktan çok kapamaya yarayan bir örtü gibidir her daim.

Fakat sıradan bir örtü değildir. Şeffaf bir örtü hiç değildir.

Gökmen’in bürokrat kimliği, müzisyen kimliğinden -doğal olarak- her zaman çok daha ön planda olmuştur. Bilhassa son yıllarda, Gökmen’in ismini eser telifleri ve kadrolarla ilgili bir takım usulsüzlükler, sadece sanatçıların değil tüm halkın yoğun tepkisiyle karşılaşan gülünç TÜSAK tasarısı ve son olarak da üstü kapalı sebeplerden ötürü görevden alma/göreve iade edilme davalarıyla fazlaca duyduk. “Müzisyen otursun çalgısını çalsın, başka işe karışmasın!” cümlesinin özetlediği düşünce yapısının bir mensubu değilim, bu görüş darlığına da sonuna dek karşıyım, ancak sade bir müzisyenin/orkestra şefinin adının bu tür etik dışı ve şüphe uyandıracak meseler ile bu denli fazla duyulması normal değildir… Daha doğrusu, şeffaf değildir.

Sadece müzisyenler için değil, tüm insanlık için dürüstlük ve şeffaflık belki de en önemli meziyetler. Gökmen, kendi aktif sanat yaşamı bu kadar çok bürokratik görev üstlenmiş belki de tek isim. Malum bir güruh tarafından sürekli olarak “Bir cumhuriyet aydını, Atatürk’ün mirasının bizlere bir hediyesi…” olarak lanse edilmesine karşın, Gökmen’in yönetimi altında sanat kurumlarımızın adeta yaşam savaşı vermiş -ve hala daha veriyor- olması, kurumsal gelenek konusunda tek bir adım bile ilerleyemiyor oluşumuz, TÜSAK gibi trajikomik dayatmalarla tüm bu değerlerimizin sakat bırakılmaya çalışılıyor olması ve her daim dillendirilen, sonu asla gelmeyen sınavlar/kadrolar ile ilgili usulsüzlük söylentileri, bunlar yüzünden açılan davalar, yapılan kulisler, dışarı sızan sevimsiz haberler… Buna mukabil, bu konuları derinlemesine irdelememiz gereken bir yazı yazmak açıkçası farz oldu, bunu da belirtmeliyim.

Söylediğim gibi, yazmakla bitmeyecek bu konuların detaylarına farklı bir yazıda mutlaka değinmemiz gerekecek lakin şahsi fikrim, bu süreç şayet böyle devam ederse, sanat kurumlarımızın sonu, siyasetçilerimizin dar görüşlü sanat politikaları yüzünden değil, Gökmen gibi şeffaf olmayan -ve olamamış- sanat kurumu yöneticilerimiz sebebiyle gelecekmiş gibi görünüyor. Bu üzücü akıştan en büyük zararı yine cumhuriyet ve medeniyet mirası kıymetli sanat kurumlarımız görüyor, hem de temellerinden sarsılarak… Meselenin, her birinin yetiştirilmesi yıllar süren büyük emekler ve sıkıntılar anlamına gelen değerli sanatçılarımızın aldıkları maaşların fazlalığına(!) kadar geldiğini biliyor, birilerinin bilhassa bu konu üzerine devletin dikkatini çekmeye çalıştığını da fark ediyorsunuzdur. Böyle bir ortamda, orkestralarımızın itibarı ve icra kalitesi değil dünya bazında, yurtiçi seviyede bile tarihinin en dip noktasına kadar düşmüşken, önemli bir figür ve otorite sayılan -veya sayıldığını varsaydığımız- Gökmen’in; sanki herşey güllük gülistanlıkmış gibi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın sezon açılış konserine, en parlak müzisyenlerden oluşan orkestralar ve usta şeflerinin bile aylar süren provalara rağmen altından kalkamadığı zorluklar barındıran bir eser ile, Gustav Holst’ün Gezegenler süiti ile çıkmasının büyük bir gamsızlık örneği olduğunu düşünüyorum… 

Veya Gökmen’in şeffaf olmayan çok kötü bir espri anlayışı olduğunu.


Şefçilik Oyunu Ödülü:  Bir dünya klasiğidir; meşhur solist, hakim olduğu repertuvarın artık kendini tatmin etmediğine karar vererek müzikte farklı icra yolları aramaya başlar ve en gösterişli olan orkestra şefliğinde karar kılar. Bu seçimin sebebi basit ve mantıklıdır, çünkü yeni çalgı öğrenmeye hem zaman hem de gerek yoktur. Zaten yılların solist piyanisti eline kemanı aldığı ilk anda zavallı çalgının tellerini istemeden de olsa koparacaktır… 

Şaka bir yana, bu yola giren çok sayıda büyük müzisyen var: Mstislav Rostropoviç, Maksim Vengerov, Heinrich Schiff ve daha niceleri… Bu usta müzisyenler, şefliğin kolay ve gösterişli cazibesine kapılıp bir maceraya giriştiler ve arkalarındaki haklı ve güçlü destek sayesinde dünyanın en seçkin orkestralarını yöneterek birçok konser ve kayıt gerçekleştirdiler. Kanımca, bu icraların ne çığır açacak bir özellikleri ne de parmakla gösterilip örnek alınacak bir niteliği bulunmamakta; orkestraların yüksek tını kalitesi ve üst düzey profesyonelliği, hevesli şeflerinin birçok eksiğini kusursuzca örtmüş durumda. Tek bir sıkıntı hariç: ruh ve duygu… Bir bestecinin viyolonsel konçertosunu kusursuz bir şekilde icra etmeniz, bestecinin senfonilerindeki ruhu ve duyguları derinlemesine yansıtabileceğiniz anlamına gelmiyor. Zaten bu kayıtlar, güzel gözüken şık birer kıyafet olarak raflardaki yerlerini yıllardır koruyor.

Sadede gelelim.

Her ne kadar -zorunlu durumlar hariç- tek bir ödülün iki kişiye paylaştırılmasından hoşlanmasam da, bu ödülümüzün iki sahibi var: kemancı Hakan Şensoy ve viyolonselci Oğuzhan Kavruk. Şensoy ve Kavruk, çalgılarından bir bakıma sıkılıp şefliğe el atma cüreti gösteren onlarca kişiden sadece ikisi. Ancak onları, aynı girişime baş koymuş olan yoldaşlarından birazcık daha özel kılan ve bu ödülü kazanmalarına sebep olan bir özellikleri var: kibirden ileri gelen cesaretleri.

Bakınız; orkestra şefliği başlı başına bir sanattır ve uzun yıllar boyu sürekli yükselen, oldukça sarp bir öğrenim çizgisi vardır. Bu bahsettiğim çizgiden kasıt şudur: deneyim kazandıkça işiniz kolaylaşmaz, tam aksine, gittikçe zorlaşır. Müziği özümseyip yönetebilmek zaten son derecede zor bir meziyet iken, işin içerisine bir de insan yönetimi gibi zorlu bir unsur girdiğinde bu yükün altından kalkabilmeniz için hem müzik hem de yöneticilik alanlarında son kertede donanımlı, bilgili, kültürlü, teknik olarak da kusuruz bir profesyonel olarak arz-ı endam etmek zorundasınız. Aksi takdirde, evcilik oyunu oynayan küçük çocuklar gibi yastıklardan yaptığınız duvarlar başınıza yıkılabilir.

Bu iki ismin yönettikleri konserleri tek tek yazıp analiz etmeyi oldukça gereksiz buluyorum, zira ne müzikal fikirleriyle ne de icra teknikleriyle kafalarda herhangi bir yorum oluşturacak düzeyde değiller maalesef. Ancak burada şaşırtıcı olan konserlerin icra kalitesi değil, söz konusu iki ismin böylesi zor ve meşakkatli bir yola resmen donanım fakiri bir halde girişebilmelerindeki motivasyondur. Bu tür kendi özünü pek de tanımadan gerçekleştirilen girişimler, amatörleri bile eğlendirmekten yoksun basit birer kendini kanıtlama çabasından öteye gidemiyor. Önemli bir orkestrada grup şefi olarak görev yapıyor olmanız, meşhur bir oda müziği konserinden derecenizin bulunması veya arkanıza güçlü tanıdıklarınızın desteğini almış olmanız, orkestra şefliği yapabileceğiniz anlamına gelmez. Ödül sahiplerimizin birer şef olarak, bilhassa provalarda, icracılarıyla kurdukları -daha doğrusu kuramadıkları- düşük frekanslı iletişimleri ve toplulukta yarattıkları kopuk birlik ruhundan bahsetmiyorum bile. Önlerine bir şef için olmazsa olmaz nitelikteki teknik unsurlardan (armoni, kontrpuan, orkestralama vb.) basit birer örnek koyup çözmelerini istediğimizde ne tür üzücü sonuçlar çıkacağını düşünmek bile istemediğim bu kişilerin böylesi çabalarını trajikomik buluyor ve acı acı gülmekten başka çare bulamıyorum. 

Daha da acı olan şudur: ülkemizde mesleğini yapabilmek için tüm iyi niyetleri ve gayretleriyle çırpınan yetenekli ve donanımlı şeflerimiz/şef adaylarımız varken, işin resmen eğlencesinde olan bu tür kişilerin yaratmış oldukları kaliteden yoksun komedinin belirli bir güruh tarafından sürekli alkışlanıp takdir ediliyor olması. Sırf asıl mesleği orkestra şefliği olduğu için sürünmek zorunda kalan müzisyenlerimize gösterilmeyen desteğin bu tür gösteri heveslilerine gani gani sunulması ise bir hayli ilginç ve şaşırtıcı… Yoksa değil mi? 

Takdiri siz sevgili sanatseverlere bırakıyorum; temiz ve açık bir zihne sahip kişi, bu ufak sorunun cevabını zaten bilmektedir.

Hegemonya Ödülü: Yunanca hegemon (Tr. lider, önder) kelimesinden türeyen ve dilimizde sıkça -ve pozitif- anlamda kullandığımız egemen sözcüğünün de kökeni olan bu negatif tınılı sözcüğün Türkçemizdeki tam karşılığı tahakküm’dür.

Hegemonya, asıl olarak, temeli eşitlik ilkesine dayanan herhangi bir sistem içerisindeki bir unsurun diğer unsurlara oranla daha baskın olması ve bu baskın unsurun diğer unsurların rızası -daha doğrusu rıza ile boyun eğmesi- ile yönetimi devralması ve yönlendirmesi anlamındadır. Tiranlıktan farkı, sistemin dış bir etmen (silah, para, vb) ile yaptırım tehdidine teslim olması değil, bu tür bir yaptırım tehdidini kendi yarattığı bir iç etmen (kanaat önderi, ihtiyar heyeti, kabile şefi vb.) ile kabul görerek oluşturmuş olmasıdır. Kısacası zorbalık, tiranlığın ilk aşamasında ortaya çıkarken hegemonyanın ise son aşamasında kendini gösterir. Sonuç ise genelde aynıdır. Belirli bir olgunluğa erişememiş toplulukların da bu tür baskı rejimleri altında ezilip inim inim inlediğini bilmekteyiz.

Sanat kurumlarımızda belirli grupların veya kişilerin hegemonyasından söz etmek, elmanın ağaçta yetiştiğinden bahsetmek kadar doğal maalesef. Bu hegemonyanın etkilerini; açılan kadro sınavlarından o sezon programda hangi eserin çalınacağına, kimlere başrol verileceğinden kimlerin konserlerde solist olarak yer alacağına karar verilmesine dek geniş bir yelpazeye uzandığını söylemek gerek. Bu zoraki değil rızai baskı içerisinde en büyük zararı yine sistemin kendisinin gördüğü aşikar. En kötüsü de  sistem dışında bulunan insanların bu sistem yüzünden gördükleri zararların halk nezdinde son derece kötü ve güven kırıcı bir tavırla karşılanması. Konservatuvarlarımız ve müzik kurumlarımızdaki herhangi bir sınav söz konusu olduğunda, akıllara gelen tek bir kelime vardır: torpil. Bu sözcüğün hangi kökten geldiği ve gerçekte hangi anlamı taşıdığının bilgisini de, yazımızı uzatmamak adına, siz değerli sanatseverlerin gönüllü araştırmalarına bırakıyorum.

Başkemancı olduğu Ankara Operası’nda; temsillerde kimlerin solist olarak yer alacağından tutun, kimlerin stajyer olarak orkestrada sandalye bulacağına, turnelere kimlerin götürüleceğinden sınav komisyonlarında kimlerin görevlendirileceğine, hatta ve hatta prova sırasında şefin elinden batonu alıp “Böyle yöneteceksin!” demeye varacak enteresan bir özgüven ile operanın her nokta ve hücresinde tahakküm kurarak geniş bir yelpazede hizmet veren Tayfun BOZOK, bu ödülün yıllardan beri tek sahibi ve sonraki yıllarda da bu tür ödülleri kucaklayacağa benziyor. 

Bozok, uzun yıllardır operadaki görevinin yanı sıra bir solist olarak da ön plana çıkmaya çalışan bir isim. Solist olarak ele aldığımızda; icrasındaki ciddi teknik problemler, sunduğu eserlerin karakterleriyle alakası olmayan bağlantısız tını kalitesi ve müzik tarihi konusundaki ciddi bilgisizliği ile birleşince ortaya son derece üzücü performanslar çıkmakta. Ülkemiz dünyanın geneline oranla solist bazında her ne kadar geri kalmış olsa da, çok iyi kemancılara ve kaliteli müzisyenlere sahibiz. Adaletin kör gözü ve hassas terazisine inancımız tam ise, Bozok’un yıllardan beri kendini zerre geliştirmeyen kibirli tavrı ve kısıtlı müzikal becerilerinin sadece kendisini değil, birlikte müzik yaptığı meslektaşlarının da kalitesini de ciddi oranda baltaladığının farkında olmamız gerek. Bir müzisyen, müziği sadece çalgısıyla değil insanlığıyla da yaptığını bilmelidir. Bozok’un gençlere son derece kötü bir örnek oluşturacak kibirli tavrının en son örneğini, geçtiğimiz yıl sosyal medyada solist olarak çaldığı bir konser kaydının üzerine yapılan komik bir ses kaydının ortaya çıkması sebebiyle gösterdiği anormal boyutlardaki saldırganlık ile görmüştük. Ankara Operası gibi önemli bir topluluğun başkemancısı olarak, son derece ucuz bir şakaya böylesi aşırı bir tepki göstermesi, kendisini ve müzik çevresini iyi tanıyan insanların şahsı hakkındaki muhtelif şüphelerini iyice pekiştirdi kuşkusuz. Bu sevimsiz olay gibi onlarca örnek sayılabilir belki, fakat bunları sıralamak ancak başka bir yazımızın konusu olabilir. Aslında, korkularını baskılamak adına başkaları üzerine baskı uygulamayı bir alışkanlık haline getirmiş kişilerin zaman zaman böyle irili ufaklı patlamalar yaşayıp kendi itibarlarını haklı olarak yerle yeksan etmeleri, oldukça sık karşılaştığımız bir durum. Ancak bu hareketler, Türkiye’nin en köklü sanat kurumlarından biri olan büyük Ankara Operası’nda başkemancı olarak görev yapan bir müzisyene yakışmıyor. Konu, uzun vadeli bir değerlendirme ile ele alınacak olsa, böylesi bir kalite ile bırakın Türkiye’yi yeryüzünde iş bulmanız imkansızdır.

Yanlış olanı eleştirdiğiniz an sistemden çıkarılarak cezalandırılacağınızın mesajını bağıra çağıra veren bu tür bir hegemonya, kendi düştüğü aciz ve utanç verici duruma bakmaksızın, baskısı altında tuttuğu unsurları da aynı kendisi gibi gelişmekten ve işlemekten alıkoyar. Bir sanatçının topluma, bir başkemancının meslektaşlarına, bir öğretmenin de öğrencilerine bilgelik ve erdem yolunu göstermesi gereklidir. Sınırsız kibir ve bir takım aşılamamış kompleksler, sizle birlikte etrafınızdaki herkesi karanlığa boğar. Bozok’un kendini geliştirmek ve insanların gözündeki bu kötü izlenimi kırmak için hala zamanı ve enerjisi var. Bozok, artık nasırlaşmış bu kötü izlenimi tedavi etmek adına; işe birlikte görev yaptığı arkadaşlarına saygı duyup onlara iyi davranarak, ötekileştirmekle korkuttuğu genç stajyerleri samimiyetle kucaklayıp onlar için iyi bir rol model olmaya çabalayarak ve elinden batonu terbiyesizce kapıp dalga geçercesine podyuma çıktığı için yılların opera şefinden özür dileyerek, kısacası yaptığı tüm üzücü hareketler için mağdur ettiği insanlardan af dileyerek başlayabilir. Sonrası kendiliğinden gelecektir; dürüstlüğün ve adaletin gücü, önüne çıkan her şeyi yok eder. Ama Bozok’un karakterini tanıdığımdan mütevellit bu konuda pek umudum olmadığını üzülerek belirtmem gerek. Ankara Operası’ndaki değerli sanatçılara da tavsiyem: kendi yarattıkları ejderhanın ateşinden şikayet etmektense, o ateşi kontrol altına alıp yararlı bir hale getirmek evladır diyor, güzide kurumumuzun böyle bir başkemancı profili ile sınanmasına vesile olduğunuz için sizleri de sonuna dek eleştirmeyi kendimde hak görüyorum. Büyük besteci Şostakoviç’in son derece güzel bir sözüyle, küçük bir uyarı yapmakta beis görmüyorum: “Hafızamız, sahip olduğumuz en nadir, en değerli varlığımızdır ve onlarca yıldır ayaklar altında çiğneniyor. Başkalarının hafızasına nasıl davrandığımız, bizim hafızamıza ilerde nasıl davranılacağını belirler…”.


Fare Fiasco Ödülü: fiyasko sözcüğünün anlamına hepimiz aşinayız. Kökeni İtalyanca olan ve şişe anlamına gelen bu sözcük, birçok dilde (İng. flask; Alm. flasche) benzer bir biçimde karşımıza çıkıyor ve günümüzde bir deyim olarak tek bir anlam ifade ediyor:

Büyük başarısızlık.

fare fiasco, eski bir deyim; rivayete göre Venedik, kadim zamanlarda şişe işçiliği ile meşhurmuş ve kentin kusursuz şişe işçilik sanatından nasibini alamamış hatalı üretilen şişeler alelade kullanım için bir kenara ayrılırmış. Yani büyük bir potansiyel, utanılacak bir sonuç verdiğinde “Bu da şişe oldu!” deyip geçiyorlarmış. 

Kırk yıl düşünsem, bu deyimi ülkemizin en prestijli müzik festivali için kullanacağım aklıma gelmezdi. 

Uluslararası Ankara Müzik Festivali sadece başkent Ankara’nın değil, Türkiye’nin belki de en köklü ve prestijli müzik festivaliydi. İlk defa gerçekleştirildiği 1984 yılında beri, Cumhurbaşkanlığı dahil neredeyse tüm devlet kanallarının desteğiyle Avrupa Festivaller Birliği üyesi olmuş, kaliteli içeriği ve yüksek konser/katılımcı sayısı ile dünya çapındaki prestij seviyesini hatırı sayılır şekilde yükseltmişti.

Geçmiş zaman kipi ile yazmaktayım bu cümleleri, çünkü bahsettiğim durum ne yazık ki geçmişte kaldı.

Bilhassa son on yıl içerisinde organizasyon ve katılımcı kalitesinin aşırı seviyede düşmesi, festivale olan ilginin ciddi anlamda azalmasına ve resmi kanalların da festivalden yavaşça el etek çekmelerine sebep oldu. Şapkalarımızı önümüze koyup bir an olsun düşünelim: misal, 2007 yılında -ki o yıl da organizasyonun iyi olduğu söylenemezdi- gerçekleştirilen yirmi dört konserden, içinde bulunduğumuz 2017 yılında zar zor gerçekleştirilebilen on bir konsere… Nereden nereye! Üstelik, bu on bir konserin sadece iki tanesi orkestra konseri olarak düzenlenebilmişti ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarında düzenlenen uluslararası bir festivalde, bu topraklara ait sadece iki besteciye -Saygun ve Erkin’e- yer verilmişti. Kapanış konserinde tepkilerden çekindiklerinden olsa gerek, iki genç müzisyenimize ikili konçerto çaldırarak meseleyi -yani festivali- süratle sonlandırdılar. Ne yepyeni bir eserin heyecan verici prömiyeri, ne de yeni müzikal karakterler; ne yeni fikirler ne de taze tınılar, varsa yoksa basit bir gösteriş merakı, battığı balonu patlatan bir baton hegemonyası… Kısacası, dediğim dedik çaldığım düdük.

Bu ödülü, Ankara Müzik Festivali’nin resmi organizatörü olan Sevda & Cenap And Müzik Vakfı’na; Avrupa Festivaller Birliği üyesi böylesi ciddi bir organizasyonu bu denli misyondan ve vizyondan yoksun şekilde yönet(emey)erek ulusal bir değerimizin ellerimiz arasından neredeyse kayıp gitmesine vesile olduklarından ötürü hicap ile sunuyorum.

Ülkemizdeki konservatuvarlarımız ve sanat kurumlarımızda çalışan çok sayıda bestecimiz mevcut; bu müzikçilerimizden festival için birer eser yazmaları istenebilir, bu projeye tüm devlet senfoni orkestraları ve koroları dahil edilebilirdi.  Bu sayede o festival kisvesindeki amatör konserler dizisi, bir Yeni Müzik ve Çağdaş Türk Müziği festivaline evrilebilirdi. Böyle bir proje tasarlanıp da bir fizibilite raporu çıkarılsaydı; festivalde çalması için binlerce kilometre öteden çağırılan avam bir kabare grubunun yol açtığı finansal yükün çok çok daha altında cüzi bir masraf ile bu projenin hayata geçirilebileceği kanıtlanmış olurdu. 

Heyhat! 

Ama biz Türk bestecisi çalıyoruz, Türk solitlere yer veriyoruz, hatta bir tanesinden Barenboim yapacağız, işte buyrun Youtube linkleri!” türü gereksiz sosyal medya çırpınışları ile vakit kaybedileceğine, böyle bir projenin hayata geçirilmesi için uğraşılsaydı keşke.

Üslubumu sertleştirmek zorundayım, bana arzu ettiğiniz derecede kızabilirsiniz; bunca kaliteli solistimiz, başarılı müzik topluluğumuz, iyi bestecilerimiz varken bu değerli insanlarımızın yaratacağı maddi yükün toplamından daha fazla masraf çıkaran ne olduğu belirsiz hafif müzik icracılarını sırf Avurpalı, Latin, daha doğrusu yabancı diye festivale dahil etmeye kalkışırsanız, finansal sıkıntılara düşmeniz pek de şaşırtıcı olmaz. Avrupa’nın müzik tarihine yakından baktığınızda, neredeyse tüm ünlü müzisyenlerin bu tür festivaller ile toplumlara kazandırıldığını görebilirsiniz. Festival dediğimiz olgu, sanıldığı gibi bir finansal kazanç veya reklam veyahut eğlence aracı değildir; aksine, bir toplumun kültürel gelişiminin canlı olarak izlenebildiği gerçek bir eğitim laboratuvarıdır. O laboratuvarda, genç müzisyenlerin ve usta sanatçıların evrensel kültürü yepyeni fikirler ile nasıl yoğurduğuna şahit olursunuz. Uluslararası sanata dair bu denli önemli bir unsuru resmen çingene cümbüşüne çevirmek, sadece geçtiğimiz yılın değil, son otuz yılın en büyük fiyaskosudur.


Üç Maymun Ödülü: Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum!..”

Romalı ünlü diktatör Julius Caesar’ın söylediği rivayet edilen meşhur bir deyiş vardır: Veni, vidi, vici; yani “Geldim, gördüm, yendim”… İçerisinde bulunduğumuz ahval ve şeraiti özetlemek için bu deyişi biraz değiştirmek yeterli olacaktır: veni, vidi, nescio; yani “Geldim, gördüm, bilmiyorum”.

Amacım Latince dilbilgisi dersi vermek değil. Ancak profesyonel müzisyen ve dinleyicilerimizin oluşturduğu müzik çevrelerimizin tepkisizliği, suskunluğu ve umursamazlığına olan şaşkınlığım, kadim deyişlere olan ilgim ve sevgim ile birleşince ortaya böyle fikirler çıkıyor.

Peki nedir bu tepkisizlik, suskunluk ve umursamazlık?

Sanat, insanlığın yaşam kalitesini artıran yegane mirastır. Farkındalığa sahip bir sanatçı da hangi ideale hizmet ettiğinin bilincinde olmalıdır. Buna rağmen sanatçımız, etrafına baktığında tek gördüğü şudur: 

  • Giriş seviyesinde müzik okur-yazarı bile olmayan sözde müzikologlar,
  • Müzisyenlerin icraları ve yaratıları yerine onların özel hayatları ile ilgili yazılar yazmaktan hicap duymayan sözde eleştirmen özde magazin gazetecileri
  • Dünyanın alkışlarla takdir ettiği sanatçılarımıza yüzü kızarmadan parmak sallayıp öğüt vermeye yeltenen sözde editörler,
  • Sanat icra ve eğitim kurumlarındaki sınavlarda veya uygulamalarda usulsüzlük yapıp gencecik insanların hayatı ile oynayan acımasız ve kibirli meddahlar,
  • Ve en çok da, zor bir coğrafyada resmen yaşam mücadelesi veren müzik sanatının, bilgisizlik ve tembellik yüzünden yanlış öğretilen, yanlış anlatılan, yanlış yorumlanan unsurları ile çürüyüp yozlaştığını gördüğü halde, kendi şahsi çıkarları ve keyifleri uğruna ufacık bir eleştiride bulunmayıp üç maymunu oynayanlar

Kısa keseceğim, saymakla bitirebileceğimizi sanmıyorum. Bilinçli sanatçı -veya sanatsever- bu vahim ve hazin tabloyu gördüğü halde hiç eleştirmiyor, doğruyu savunmuyor, gerçek kaliteye yöneltilen cahilce, haksız ve yanlış eleştirilerin karşısında durmuyor; kısacası, hiç ses çıkarmadan tepkisiz kalıyor ise bu anormal bir durumdur ve etik değildir. Gerçeği görmezlikten geliyorsanız ve doğruyu bildiğiniz halde susuyorsanız, oradaki haksızlığın en büyük parçası olursunuz. O halde soralım: aramızda bilgisizliği ve kültürsüzlüğü ile övünürcesine gurur duyan ve bunu gerçek sanatı ve sanatçıları aşağılamak için bir hak olarak gören sayısız insan varken, niçin tek bir ses bile yükselmiyor gırtlaklardan, tek bir cümle akmıyor kalemlerden? Müzisyenleri dışlanmak ve ötekileştirmek tehditiyle korkutarak sindirmeye çalışan bu acımasız güruhu güçlendirip Türk müzik yaşamı üzerinde bir otorite haline getiren, yine profesyonel müzisyenlerimiz ve bilinçli dinleyicilerimiz değil midir? Suçlu en yakınımızdaki aynada saklıdır, başka yerde aramamak gerekir.

İşte ben, Muzaffer Musıkioğlu, bu sebeple yazılar yazıyor ve bu manidar ödülü değerli ve kıymetli tüm Müzisyenlerimiz ve Müzikseverlerimiz’e sunuyorum.

Tek arzum: değerli görüşlerine minnettar olduğum siz sanatseverlerin, hali hazırda olanı söylediğim için, hatta sizlerin deyişiyle sanattan yansımayanları yansıtmaya çalıştığım için beni tebrik etmeyi bir kenara bırakıp, yanlış yapanların karşısına eleştirileriniz ile dikilmeniz, onlara yol gösterip yardımcı olmanızdır. Ancak bu şekilde ilerleyebiliriz, yalnızca Beethoven’ın senfonilerini çalarak değil.

Unutmayınız: aydınlanmadığınız sürece karanlığın parçasısınız demektir.

Bütün bir sezon içerisinde elbet adını zikretmediğim veya herhangi bir ödül sunmadığım ciddi, çalışkan ve başarılı isimler vardır. Ancak tüm yazı boyunca ısrarla vurguladığım noktaları göz önüne aldığınızda; sanatta şan, şöhret, güçlü tanıdıklar veya bir kasa dolusu ödül ile başaramayacağınız ve gerçekleştiremeyeceğiniz çok şey olduğunu bilmeniz gerekir. Bu yazımızda ödüllerini takdim ettiğim kişiler, bu bağlamda gerçek anlamda hak ettikleri payı almışlardır düşüncesindeyim.

Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyor, bir sonraki yazımızda görüşene dek esenlikler diliyorum…






  
Muzaffer MUSIKİOĞLU



1 yorum:

  1. Sayın Musikioğlu,
    Bu yazınız beni biiraz incitti. Müzisyen değilim, yaşım ve eğitim aldığım Anadolu kenti hesaba katılırsa bunca geçen zamana rağmen doğru düzgün beni doyuracak bir müzik bilgim olduğunu söyleyemem. Ama 60 yıldır müzik dinler ve bazen de katlederim. Ülkemde ve yurt dışında çok konser opera dinledim. Ankara'da pek konser kaçırmam, yani size göre maymunlardan biriyim. Mesleği müzik olanlar eleştirmezse gazeteciler eleştirir. Ben gibi kendini yeterli bulmayanlarda sadece eleştiri okuyup ( tabii bulursa) önceki konserde olan bitenin farkına vardım mı yoksa kaçırdım mı diye düşünür. Ben sırf bu nedenle konservatuarda iki yıldır ders izliyorum. ( Sınıfın en berbat öğrencisiyim ama hoca çok kibar bana az soru soruyor) Bir de BSO konserlerine aldığım bir bilet karşılığı öğrencilerden eleştiri yazısı topluyorum. Tabii bu işte benim olduğumu bir tek hoca biliyor, öğrencileri de o seçiyor. Gerçek eleştiri okuyorum ama tabii ne kadar sağlıklı bilemem. Bu nedenle kardeşiniz Leyla Semiha Musıkioğılu sizin yönteminizle opera konser eleştirisi yapmaz mı? (Baba adım Muzaffer halam ise Leyla Semiha). Eleştiri yapacak kadar bilgi ve görgüsü olmadığını düşünenleri üç maymunlar sınıfına koymayın lütfen. Elimden geldiği kadar çalışıyorum ama bu yaşta torunum yaştakilerle yarışmak zor oluyor.
    Eleştirilerinizi merakla bekliyorum.

    YanıtlaSil