11 Aralık 2016 Pazar

İlhan Baran'ın Ardından...


Değerli sanatseverler,

Yaşam dediğimiz varoluş, kuvvetli bir akıntıdan ibaret. Ölüm de bu akıntının önemli bir parçası, sonsuz döngünün belki de en mühim zincir halkası.

Bunu her insan kabullenemez.

Kabullenebilmesi için, evrende tek bir koşul vardır: ardında bir şeyler bırakabilmek. Bu bir evlat, belki bir öğrenci olabilir; bir sanat eseri, bir fikir, belki de gülünç bir hatıra ya da ufacık buruk bir yazı…

Kabullenebilenler, her zaman farklı olmuşlardır.

İlhan Baran da farklı bir insandı. Onu tanıyan insanların gözündeki en belirgin özelliği belki de marjinal karakteri ve saplantılarıydı. Anlaması ve anlaşması zor bir kişilikti ancak yeterince paylaşımcı olursanız ve yoğun bir öğrenme açlığı gösterirseniz, tüm bildiklerini sizi adeta derin sularda boğarcasına aktarmayı en büyük zevki haline getirmişti.

Gittikçe güçten düştüğü şu son yaşlarında bile hayata bizler gibi anti-depresanlar ve tansiyon ilaçları ile değil, en büyük zevki aldığı şeyi yaparak tutundu: paylaşmak.

Onun için her daim kişiler değil fikirler önemliydi; lâkin fikirlerin yaşamasına, akıp yolunu bularak canlanmasına mani olan kişiler de en az o fikirler kadar önemli -ve rahatsız edici- hale geliyordu zihninde. Fikirler kadar tavır ve adap da önemliydi; bir insanın kültürünü sergileyen en önemli göstergenin ne bilgisinin ne de yeteneğinin, sadece ve sadece tüm birikimini yoğurup sunduğu davranışları olduğunu bilecek kadar aydınlatmıştı kendini. Bu yüzden sinirliydi, bu yüzden tek bir düşünceye, bir söze, hatta bir el hareketine bile uzun süre saplanıp kalabiliyordu. Saf yeteneğin ve gerçek geri kafalılığın ne olduğunu bilen, şu hayatta en çok karşılaştığı sahte kaliteyle ve gerçek kalitesizlikle mağrurca başa çıkabilen, birbirinin içerisine geçmiş saf iyiliği ve ham kötülüğü doğru yorumlayabilen bir insandı. Bu onu karamsarlığa, güvensizliğe, yalnızlığa itmiş olsa bile; o, eğilip bükülmeden, çıkarlar uğruna renkten renge girmeden, en önemlisi de öğrencilerine hiçbir konuda asla yalan söylemeden dimdik durmasını bildi. Genç yaşında tecrübe etmiş olduğu Avrupa kültürü ve külliyatına olan belki de aşırı hayranlığı, şu hayattaki tek naif zayıflığı, tek tatlı zaafıydı. Bu masum zaafı da bazı meslektaşları gibi insanları aşağılama ve ayrıştırma aracına dönüştürmek yerine, verdiği eğitimin içerisine umutla ve ideallerle yedirerek kuvvetle akan bir bilgi ve kültür nehrine çevirdi.

Bunca otun bilinçli bir şekilde çürütüldüğü bu sonsuz bataklıkta böylesine dik durmak ona ne kazandırdı? Hayatı boyunca burnunda çürümüş ot kokusuyla yaşamak zorunda mıydı?

Değildi, kendini sonsuz şekilde taltif ettirecek bir ortamı kolaylıkla yaratabilirdi; kendi fikirlerini dayattığı insanları birer nefer edasıyla kullanarak kutuplar yaratabilir ve hatta başkalarını ötekileştirerek kendini kuvvetli bir otorite olarak öne çıkarabilirdi. Bunu, ateşli ve etkileyici kişiliği ile çok kolay bir şekilde yapabilirdi.

O, ne akranlarının, ne meslektaşlarının, ne de öğrencilerinin asla ve asla yapamayacağı şeyi yaptı; kendini dürüstçe ifade etmeyi seçti. Ama bu ifadeyi onlarca müzik yazarak değil, insan eğiterek gerçekleştirdi. Ona göre bir trio’yu kötü yorumlayarak rezil edebilirdiniz ancak aydınlanmış bir zihni 'tek bir çalışta' karartamazdınız.

Bunu bildiği için her daim dürüst oldu. Dostlarının, ölümünden sonra ne hikmetse eskiye nazaran pek bahsetmemeye özen gösterdiği o sınırsız huysuzluğu, yalnızlığı, naif öfkesi ve ciddi saplantıları, onların gülümseyerek umdukları gibi sanat değil, insan kaynaklıydı. Deliliği, sonradan oturtulmuş bir ego boşluğu değil, haklılıktan ötürü gelen zorunlu bir tepkiydi.

Ve İlhan Bey bu gülümsemeler karşısında delirmemek için dik durmayı -yani onlara göre deliliği- seçti, başka hiçbir çaresi kalmamıştı.

Konservatuvarlarımızı bir düşünün, müzik eğitim kurumlarımızı, fakültelerimizi, enstitülerimizi… Öğrencilerine müziği sevdirmeyi başarabilen böylesi dürüst bir eğitimciliği tam anlamıyla kimler gerçekleştirebildi bugüne dek? Onur ödüllü büyük bestecilerimiz mi? Madalyalı anıtsal/yarı-tanrı piyanistlerimiz mi yoksa? Peki ya devlet solisti üstün nitelikli kemancılarımız, şu beynelmilel arenada arz-ı endam eden yetenekli şeflerimiz? Ya şaşaalı müzik dergilerimiz/yayınlarımız, fırfırlı müzik yazarlarımız, şık giyimli ve renkli fularlı eleştirmenlerimiz?

Kuşkusuz bazıları öğrenci yetiştirmişler, birçok yetenekli müzikçinin iyi niyetle ellerinden tutmuşlar, insanları iyi kötü bilgilendirip onlara bir şekilde mutlaka yardımcı olmuşlardır. ‘Doğru’yu günde iki defa gösterebilmek için ‘bozuk’ olmak gerekmez.

Ama ellerinden geleni ‘gerçekten’ yaptıklarını, dürüstçe söyleyebilir misiniz?  

Kanımca hayır.

Hangi öğretmeniniz size sırf düşünmeyi öğretmek için, sizle kuantum fiziği hakkında hiçbir bilginiz olmamasına rağmen sırf ufkunuzu genişletmek için saatlerce tartıştı? Bugüne dek çalıştığınız hangi eğitimci, ateşli bir polemiğin ardından sizden yeni bir şey öğrendiği için mutlu olup size teşekkür etti? Hangi öğretmeniniz, size neden müzik yaptığınızı, sadece sizin düşünme yetinizi kullanarak doğrudan açıklamaya çalıştı? Eğitimci olsun olmasın, bugüne değin hangi müzikçimiz insanlarımızın aydınlanması için sessiz sedasız bu kadar çırpındı, emek verdi?

Ve kaç müzisyen büyüğünüz veya dostunuz, size gerçekten, tüm kalbiyle ‘iyi’ davrandı?

İşte bu yargıya varmanın tek yolu, dürüst olmaktır.

Bugün yaptığı müziğin bir sanat ve bir bilim olduğunun az olsa da farkında olan, en azından yaptığı işin değerini, derinliğini ve gücünü iyi kötü fark edebilen insanların çoğu, İlhan Baran’ın ellerine bir şekilde ‘dokunmuş’ kişilerdir. Eski zamanlardan beri, tek bir dersi bile, eğer algılarınız yeterince açıksa, havada süzülen fikir kabarcıklarını duyabilmeniz için yeterliydi. Fikirlerin bazen serbestçe bazen de zorla uçuşmasını sağlaması, onu hem çok sevilen hem de antipatik ön yargılar ile yaklaşılan bir figür haline getirdi.

“İlhan bey bu ülkeye fazladır…” derlerdi hep. Doğru değil.

Genel yüzeysel kanının aksine, tam da bu ülkenin ihtiyacı olan insandı o; tüm kusurları ve üstün taraflarıyla aydınlanmıştı, entelektüeldi, besteciydi, beyefendiydi ve eğitimciydi. Fazla geldiği nokta ülkesi değil, onu bu denli yalnızlığa ve küskünlüğe iten şu aziz müzik camiasıydı.

Öğrencilerinin bundan sonra yapmaları gereken şey, samimiyetsiz bir sahiplenme kampanyasına girişerek hocalarının eserlerini sahte bir sebat ile çalma yarışına girmek değildir. Zamanında ‘gönül ile’ yapmadıklarını şimdi ‘göstermelik’ yapmaya çabalayarak bir nevi kefaret ödemeye çalışmak hiç değildir. Tek yapmaları gereken, hocalarından öğrendikleri kültürü ve gerçek sebatı kendi öğrencilerine, kendi ailelerine, müzik yaptıkları dinleyicilerine, kendi toplumlarına ve en önemlisi kendi yaşamlarına aşılamaktır. Onu yâd ederken basit ticari emeller uğruna kendi reklamını yapmamak, miras bıraktığı tavrı açık yüreklilik ve temiz bir kalp ile sunmaktır.

Yani dürüst olmak ve sırf dürüst kalabilmek için dik durmaktır.

Ve İlhan hocalarını; sevimli karakteri, sonsuz hayal gücü ile bezenmiş derin mizah duygusu ve en önemlisi beyefendiliği ve iyi kalpliliğiyle hatırlamaları ve anlatmalarıdır.

Ruhun şad olsun…