28 Şubat 2016 Pazar

Ivo Pogorelich'in Ankara ile İmtihanı ve Eleştirilerden Yansımayalar...


Çok sevgili ve değerli okuyucular,

Yeni ve naçizane bir yazıyla hepinizi selamlıyorum. Önceki yazımda da belirttiğim gibi, zaman zaman fikirlerimi sizlerle paylaşma mutluluğunu yaşayacağım.

Bir süredir evden çıkma ve çalışma şansı bulamıyorum. Hayatım boyunca peşimi bırakmadan ara ara misafirim olan çok sevgili rahatsızlığımla tekrar buluşmak durumunda kaldığımdan, haliyle birçok etkinliği üzülerek de olsa kaçırıyorum. Rahatsızlıklar insana aittir ancak kadim ve acı söyleyen bir dost gibiyse bu illet, biraz farklı düşünmeye başlıyorsunuz; fikirleriniz, prensipleriniz, dünya görüşünüz... Her biri yavaş yavaş değişime uğruyor, her bir yaşanmışlığı ‘tecrübe’ değil de ‘eleştiri’ olarak özümsemeye başlıyorsunuz, ister istemez... Belki de yazma isteğim, fikirlerimi paylaşmak istemem, dilimin ve kalemimin sivri oluşu bu yüzdendir, bilemiyorum. Affınıza sığınırım.

Çalakalemi burada kesip asıl konumuza dönelim. 27 Şubat Cumartesi akşamı Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunun özel bir konuğu vardı: çok çok değerli bir oluşum olan Altus Kültür-Sanat Vakfı’nın düzenlediği Ankara Piyano Festivali kapsamında bir resital vermeye gelen, ünlü Hırvat piyanist Ivo Pogorelich... Evden çıkmak için harika bir sebepti ve uzun zamandır bu dinletiyi bekliyordum. Bir döneme kayıtları ve canlı performanslarıyla resmen damga vurmuş bu büyük müzisyeni, salondaki dinleyicilerin çoğunluğunun aksine iyi veya kötü hiçbir beklentiye girmeden, sadece ve sadece dinlemek amacıyla geldim. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da vermiş olduğu resitalin canlı dinleyicilerinden biri olarak, salondan yine mutlu şekilde ve gülümseyerek ayrıldım.

Pogorelich’in hayatı boyunca istisnasız her müzik eleştirmeninin veya sanat meraklısının gözünde Hollywood’dan fırlama bir yıldız kalıbına sokulma çabalarıyla boğuştuğunu söylemek abes olmaz. Elendiği yarışma sayesinde meşhur olması, kendisinden yaşça çok büyük olan hocasına âşık olması, onunla evlenmesi ve onu sancılar içerisinde kaybetmesi, ülkesinin iç savaş ile yerle bir olması, tüm bunların ardından yaşadığı ağır psikolojik çöküntüler, fizyolojik rahatsızlıkları, uzun zaman sahneden kopuşu... Böylesi bir hayat, senarist ruhlu gazetecileri ve hayal gücü yüksek dinleyicileri kuşkusuz ciddi şekilde etkilemiştir. Kimisi, eşini ve akıl hocasını kaybettikten sonra çıldırdığını; kimisi, ün ve şöhret sarhoşluğu yüzünden aşırı şımarıp küstahlaştığını; kimisi de sırf ilgi çekmek için eserlerde yaptığı yapay ve çirkin farklılıklar ile dikkat çekmeye çalıştığını söylüyor. Kendi halkı ise, sırf iç savaşın yaraları birazcık olsun sarılabilsin diye genç yaşında o sahneden bu sahneye koşan, türlü arabuluculukların ve yardım etkinliklerinin ayağı olma gayretiyle kendini tüketen bu güzel müzik insanını kayıtsız şartsız, en çok da yaptığı ‘cennetten çıkma güzellikteki müzik’ için seviyor. Ülkesi aynı duruma düştüğünde Pogorelich’in gösterdiği çabayı alın terinde hissedecek veya yaşadığı acıyı kalbinde taşıyacak aynı kalitede ve cesarette bir müzisyen söyleyin desem; cevap yelpazeniz, bir iki tane adı büyük meşhur yarışma kazanmış yeni yetmeden veya bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda reklam harikası solist ile sınırlı kalır ne yazık ki. ‘Acaba konser başına ne kadar kazanıyor’ diye merak edenleri ise buradan gülümseyerek selamlamayı bir görev addederim.

Konser için seçtiği programın oldukça dengeli olduğunu düşünüyorum. İlk eser, Beethoven’ın op.54 Fa majör sonatıydı. Beethoven’ın tematik kontrollü bir geliştirmeden çok, serbest ve varyasyona dayanan bir yazı kullandığı bu güzel ve naif sonatı seslendirmenin çok kolay olmadığını söylemek gerek. Kaldı ki, Pogorelich’in en çok eleştirildiği nokta da burada yatıyor. İyi kötü Beethoven’ın eserleri hakkında bilgisi olan dinleyiciler, eserin yorumundan rahatsız olduklarını dile getirdiler. Kimi eleştirmenler de, yorumun oldukça abartılı ve saldırgan –affedersiniz, agresiv- bulmuşlar. Kontrastların abartıldığı bir ilk bölüm ve sağ pedala boğulmuş bir ikinci bölüm dinlediklerini inkâr etmek doğru olmaz. Ancak Beethoven’ın temelde stil olarak Haydn’dan etkilendiğini, yazıda ise Bach’ın oğullarından besteci ve organist Wilhelm Friedemann Bach’tan çok şey aldığını bilmeyen kişilerin, abartılan zıtlıklar hakkında yorum yapmasını abartılı bulduğumu söylemeliyim. Haydn’ın ‘tavan ve taban’ dinamik anlayışını, Beethoven’ın en çok da senfonilerinde duyduğumuzu hatırlatmak isterim. Sadece Beethoven değil; Schubert’ten Saint-Saens’a, Schumann’dan Prokofyef’e tüm büyük besteciler, büyük üstat Haydn’dan ufak da olsa izler taşırlar, özellikle de stil bütünlükleri ele alındığında. Beethoven’ın küçücük bir yaştayken Mozart’ın dikkatini aşırı zıtlıklar kullanarak yaptığı abartılı bir icra sayesinde çektiğini de hatırlatmak isterim.

Bu saldırgan ve abartılı yorumu Schumann’ın Toccata’sında da hissedenler olduğunu duyduğumda, hepten sırıtmaya başladığımı da eklemem gerek sevgili okuyucular. Toccata türünün ne olduğu ve genel yapısıyla ilgili gereksiz ayrıntıları bir kenara bırakırsak, bestecinin meşhur piyano konçertosundaki duygu yoğunluğunu ve dramatik patlamaları, sonatlarındaki keskin dinamik mizacı, senfonik yapıtlarındaki artiküle yazıyı anımsamadan böyle bir fikre kapılmak oldukça ilginç doğrusu. Saldırganlık, abartılı yoğun duygular, patlayan dinamikler ve Schumann... Bu çerçevede düşündükçe, Pogorelich’in yorumunun uçlarda olduğunu söylemek güç, efsanevi veya sıra dışı olduğunu söylemek ise gerçekten imkânsız. İki forteyi gerçek hacmiyle duyurabilen bir piyanist duyduğunda buna agresiv yakıştırması yapmak da, herhalde biz çokbilmiş müzik dinleyicilerine mahsus bir durum. Sıradan bir yorum tanımı oldukça haksız olacağından, Pogorelich’in teknik olarak son derece sıkıntılı olan bu eseri başarılı ve standartlara uygun şekilde yorumladığını söylemek gerek. 

İlk yarının son eseri, Debussy’nin sıkça çalınan ve inanılmaz güzellikteki piyano eserlerinden biri olan Pour le Piano adlı süitiydi. Pogorelich’in kusursuz tekniğini 19. yüzyıl sonu Fransız müziğinde ne denli ustalıkla kullandığını meraklı dinleyiciler gayet iyi bilirler. Muhteşem Ravel yorumları, Benedetti Michelangeli’nin altın değerindeki performanslarıyla birlikte belki de son elli yılımızın kaydedilmiş incilerindendir desem, hiç de abartmış olmam sanırım. Süitin özellikle de yavaş bölümlerinde sunduğu renkler ve müziğin kendi akışı içerisinde bükülen bir tempo anlayışı, eserin zarafetini ve bestecinin usta işi kuyumculuğunu kat be kat artırdı. Debussy’nin yazısındaki geniş ve paralel akorları, sürekli modal çerçeveye kayan dengesiz bir tonal merkezin tam kalbine oturtabilmek için, katman katman renk sunabilecek bir iç duyuşa ihtiyacınız vardır. Bu muazzam renk sunusunun, sadece tuşe ve parmak tekniğiyle verilebilmesi imkânsız. Piyano icrasındaki en büyük incelik de burada yatar zaten: “Ne duyuyorsan, onu duyurursun...”

Pogorelich ikinci yarıda, İspanyol besteci Granados’ın 12 İspanyol Dansı’ndan üç danslık bir seçki seslendirdi. Bestecinin kendi dönemindeki yoğun yazı anlayışından sıyrılıp tamamen halka ve günlük yaşama ait sahneler sunduğu bu değerli yapıt, Pogorelich’in ellerinde zaman zaman kontrollü olarak sönen, zaman zaman da kontrolsüzce güneş gibi parlayan bir dinamiğe dönüştü. Özellikle son bölümdeki festival çağrısında, piyanist tüm fiziki ve bilişsel gücünü kullandı desem yeridir! Ve o renkli, coşkulu kutlama atmosferi için olması gereken de kanımca budur. Bu bölümdeki nüansları da abartılı bulduğunu söyleyen birkaç dostum adına, uzun süredir gerçek anlamda müzik yapmayan bir müzisyen dinledikleri için sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Böylesi trajikomik durumlarda fikrim sorulduğunda, konuşmayı oldukça zor buluyorum. Çaldığı ezgilerin karakterine ve tınısına aldırmadan, dinleyicilerine sadece ‘Aman Tanrım, ne kadar da yumuşacık ve temiz bir tuşesi var’ dedirtebilmek için kendi hayatını -ve bizlerin kulaklarını- karartan onlarca piyanist görmüş bu memleketin naçizane bir evladı olarak, en iyi yaptığım şeyi yaptım ben de: yalnızca gülümsedim.

Konserin son eseri, büyük Rus besteci Rahmaninof’un 6 Moments Musicaux adlı güzide müziğiydi. Eser için söylenecek şey çok ancak bestecinin tüm eserlerinde olduğu gibi, şu ettiğimiz basit cümlelerin gereksiz kalacağına eminim. Neredeyse her kariyer sahibi piyanistin diskografisinde ve repertuvarında bulunan, konservatuvarlarda etüt niyetine çaldırılan, bestecinin en bilindik eserlerinden biri olan bu üç bölmeli orta büyüklükte formlara sahip prelüdlerin Pogorelich’ten yorumu başlarda alışılmadık gelebilir. Eseri bilen dinleyicilerin en çok yaptığı yorum, ‘farklılaşmak için eserde saçma sapan şeyler yaptığı’ idi. Pogorelich’in eseri yorumlarken nüanslardan çok tempolarla oynadığını söylersem hata etmiş olmam. Piyanist, eserin ilk bölümünde, farklı periyodlarda farklı tempolar alarak ana ezginin her gelişinde yoğun bir dramatik etki yarattı. Aynı cümleleri, eserin beşinci bölümü için de söyleyebiliriz. Aslında aldığı tempoların abartılı derecede yavaş olduğunu söylemek yanlış olur, zira tempoyu kâğıt üzerinde yazan rakamlar değil, bestecinin duyguları belirler. İkinci bölümdeki yoğun ve karmaşık duyguları, hiç biri birbirine eşit olmayan periyodik dalgalar ve sürekli değişen nüanslarla vermesi, parçanın bütünlüğünü bozmak bir yana, tam aksine eserdeki soğuk ateşin ve ihtirasın öne çıkmasına yardımcı oldu. Üçüncü bölümde son derece ağır bir tempo alması, bu bölümdeki kederi ve cenaze havasını, daha doğrusu ölüm fikrini pekiştirdi. Ancak tempodaki yoğun dalgalanışın, ezgi akışında biraz sıkıntı yarattığını da düşünmeden edemedim. İnsan cenazede, belki de son yolculuk olduğundan mıdır bilemiyorum, düzenli ve oturaklı, insanın kalbini kendine uyduracak denli etkileyecek adımlar bekliyor. Dördüncü bölüm ise bu altı parçanın belki de en meşhuru. Bölüm, Chopin’in ünlü İhtilal Etüdü ile en çok bağdaştırılan eser olabilir. Yapısal ve duygusal olarak benzeşmeleri bir yana, Chopin’in etüdüne göre çok daha tok, ustalıklı ve oturaklı bir yazı, geniş bir armoni ve tını yelpazesi sunan bu bölüm, konserdeki zirve noktaydı denebilir. Pogorelich, kendi duygu akışı içerisinde dalgalanan tempo anlayışını bu bölümde de sürdürdü. Son bölüm ise, bir resitali zirvede sonlandırmak için gereken tüm niteliklere sahip kusursuza yakın ve güçlü bir icraydı.

Pogorelich’in müzikal anlayışının zaman içerisinde değiştiğini söylemek hem doğru hem de yanlış olabilir. Her genç solist, hamilerinin isteklerini kusursuz yerine getirmek amacıyla kendi müzikal isteklerine ve yorum iradelerine sıklıkla ket vurmak zorunda kalıyor. Müzik dünyasının ikiyüzlülüğü de tam buradadır zaten: keskin bir farklılık arzulayıp sunduğunuzda, eğer yirmili yaşlardaysanız küstah ve bilgisiz; kırklı yaşlardaysanız usta ve sıra dışı; altmışlı yaşlardaysanız delirmiş ve bunak olursunuz. Müzikte önemli olan tek şey, resitalde notayla çalmak, tempolarla oynamak, nüansları abartmak değil de sadece gerçek duyguyu vermek ise, o halde tekrar düşünmemiz gerektiği konusunda ısrarcıyım. Tüm bu eleştirileri sunan dinleyicilerin, konserin arasında veya sonrasında parıldayan gözleri ve ses tonlarına –olumlu veya olumsuz- yansıyan heyecanları her şeyi açıklamalıdır diye düşünüyorum. Akademik bir eğitim almak ile müzikteki gerçek duyguları vermek arasında yalnızca teknik bir bağ kurulabilirken, gerçek duyguları alıp bunu akademik bir çerçevede yorumlamaya çalışmak arasında ne tür bir bağ kurulabilir, gerçekten bilemiyorum. Ancak bildiğim tek bir şey var: Pogorelich gibi sadece anı yaşayabilen, o anın içerisinde müzik yapabilen müzisyen sayısının yeryüzünde çok çok az olduğu. O sebeple ne akla hizmet bu kadar uzun uzadıya yazdığımı bile bilemiyorum. Dedim ya, sona yaklaştıkça ta içimizde bir paylaşma isteği uyanıyor sanırım, doğamız gereği. Bu gerçek duyguları bizlerle paylaşma cesareti gösterebildiği için Pogorelich’e müteşekkir bir biçimde ayrıldım salondan. Gülümseyerek, mutlulukla.

İşte, bir insanı gülümsetebilmek aslında bu kadar zor.

Bir sonraki yazıya kadar, sizleri saygıyla selamlıyorum...

Eleştiri, Eleştirmenlik ve Sanattan Yansımayanlar...


Çok değerli ve sevgili okuyucular,

Kendimi tanıtmaktan ömrüm boyunca haz etmemişimdir. Ancak kendi düşüncelerimi yazmayı hep sevmişimdir, fikir üretmenin sadece mental değil, aynı zamanda fiziksel bir eylem olduğunu düşünmüşümdür. Bu sebeple değerli iznini kendimi tanıtmak amacıyla değil, düşüncelerimi sizlere aktarabilmek amacıyla rica edeceğim, beni mazur görünüz.

Sanatı yücelten, kalkındıran, gerçek değerini kazandıran unsur, hiç şüphesiz eleştiridir. Eleştiri, bir varlığa değer vermek, onu benimsemek ve olumlu veya olumsuz tüm yanları ile yaşamın içerisine katmak demektir. Sanatların belki de en yücesi müzik için, eleştirinin ne tür bir can suyu olduğunu tartışmak bile lüzumsuz.

Lakin ülkemizdeki müzik eleştirisi konusuna gelindiğinde, boğazıma bir düğüm oturur hep. Bu konuda Avrupa veya Amerika’daki türden bir geleneğe sahip olmadığımızı bilmekteyiz. Değerli fikir adamı ve entelektüelimiz, merhum Faruk Güvenç’ten sonra onun yükselttiği kalite ve verim seviyesini hakkıyla taşıyacak kimse çıkmadığına hep birlikte şahit olduk, dost olup acı söylemek gerekli... Ayrıca, değerli bestecilerimiz ve solistlerimizin zaman zaman yayınladığı yazılar ve bu değerli sanatçılarımızla yapılan söyleşilerden farklı olarak, yakın zamana dek sürekli anlamda eleştiri kaynağına ulaşma şansımızın pek yüksek olduğu da söylenemezdi. Son yıllarda bu alandaki hareketlenme, bizi belki de en mutlu etmesi gereken unsur. Ancak günümüzün en büyük problemi olan bilgi kirliliği, en çok da sanat eleştirisini vurmuş durumda. Herhangi bir eser veya icra hakkında rafine bir bilgi ve yoruma ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğunu rahatça söyleyebilirim.

Eleştiri kelimesini her daim negatif anlamıyla değerlendiren insanlarız maalesef. Aslında eleştiri dediğimizde, iki tarafı da keskin bir bıçaktan bahsettiğimizi fark etmiyoruz. Bu bıçağın bir tarafında olumlu ve olumsuz değerlendirme, diğer tarafında da iyi ve kötü kalite yatmakta. Olumlu veya olumsuz, bir eleştiriden çıkarılacak bir ders her zaman vardır, olmalıdır. Ancak bir eleştiriyi yararlı ve değerli kılan, olumlu veya olumsuz olması değil, sunduğu değerlendirmenin kalitesidir. Müzik tarihine baktığımızda, ‘iyi ve olumsuz’ eleştirilerin birçok bestecinin yaratıcılığını baştan sona değiştirdiğini görebiliriz -Brahms ve Mahler ilişkisi bu bahse harika bir örnektir kanımca-. İyi ve olumlu eleştiriyi ise her kulak duymak ister, arzular. Fakat bilgisizlik, kültürsüzlük, yanlış öğrenme ve önyargılar, bir eleştirinin kalitesini yok etmeye yeterlidir. Bir eleştiri kötü yazılmışsa, olumlu veya olumsuz olması fark etmeksizin, eleştirilen değere büyük zararlar verebilir.

Ülkemizde yayınlanan müzik eleştiri yazılarını da mümkün olduğunca takip etmeye çabalıyorum; kimi eleştirmenlerimiz dergilerdeki köşelerinde, kimileri gazetelerin son derece özensiz kültür-sanat eklerinde, kimileri ise kendilerine ait internet siteleri ve bloglarında yazmaya devam ediyorlar, çabalıyorlar. Bu çaba ki en takdir edilesidir, lakin bu emekçi insanlarımızın tek bir ortak noktası vardır: müzik kültürlerinin zayıf olması.

Bir çevirmeni yetkin yapan, çeviri yaptığı dile olan hâkimiyetinden çok, kendi diline olan hâkimiyetidir. Kendi dilini özümsememişse ve kullanmayı bilmiyorsa, çeviri yapacağı dilde ne kadar bilgili olursa olsun düzgün bir anlatım sunamaz, çevirdiği o eseri hakkıyla aktaramaz. Eleştirmen için gerekli olan ise genel kültürdür; çok okumak ve yazmak başka, çok kültürlü olmak farklı şeylerdir. Eğer yorumlama becerisinden yoksunsanız, dünyanın tüm kitaplarını okuyup ezberleseniz de nafile… Sanat yorum gerektirir. Bu bağlamda en fazla eleştiriye ihtiyacı olan kişi de, eleştirmenin kendisidir. Bu olgunun eksikliği sanat yaşamına zarar vermekten başka bir iş görmez.

Bu sözlerimin yanlış anlaşılmaması gerekli, bu bir itham değildir, gerçeği söylemektir. Fransız edebiyatına hakkıyla hâkim olmak muhteşem bir meziyettir ancak sağlam bir müzik kültürü farklı öğeler gerektirir; bu öğelerin başında da sanıldığı gibi nota bilmek veya müzik icra edebilmek gelmez. Aksine, son derece geniş ve oturmuş bir müzikal kültür, bilgi ve bu bağlamda gelişmiş bir sözlü/yazılı yorum kabiliyeti gerekir. Bestecilerle ilgili biyografiler yazmak, kurumlarla ilgili araştırmalar yapmak, kaliteli bir gazeteciliğin göstergeleridir belki, ancak seçkin bir müzik eleştirisinin göstergesi olamaz, olmamalıdır da.

Birkaç küçük örnek sunmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Görüldüğü üzere ülkemizde yayınlanan müzik icrasına yönelik eleştirilerin, yoğun olarak entonasyon ve ses kalitesi çerçevesinde ele alınması dikkati çekiyor. Bu eleştirilerin son derece basit bir formatı var: icracının geçmişi, öğretmenleri, o konser için ne giydiği, o konserlere kimlerin geldiği ve biraz da eser ile ilgili ciddi referanslardan sağlaması yapılmamış eksik bilgiler, bir eleştiri yazısının yüzde doksanını oluşturuyor diyebiliriz. “Pasajları/cümleleri tertemiz seslendirdi” cümlesi, en sık rastladığımız kelime öbeği olarak öne çıkıyor. İcrada beğendiğiniz yerlere “duyarlıklı”, hızlı ve kazasız pasajlara da “tertemiz” ibaresi eklediğiniz an, bu eleştiri algoritmasını çözmüş oluyorsunuz zaten. Şüphesizdir ki temiz bir entonasyon, kaliteli bir icranın önemli yapı taşlarındandır. Ancak büyük bir konçertoyu veya sonatı sadece bu bağlamda değerlendirirseniz, üniversitelerin enstitü düzeyinde eğitim veren müzik bölümlerinin performans analizi derslerindeki gibi icracının kaç adet notayı pis bastığına dair kayıt tutmanız gerekir. Hata sayısının eserdeki toplam nota sayısına olan oranını da buldunuz mu işi bilimsel(!) çerçeveye bir güzel sokmuş olursunuz. Bu bahsini ettiğim, sadece ufak bir detay. Eleştiriler bazen de “moda” tarafına kayıyor; “Solistimiz, açık mavi gömleğin altına giydiği gül desenli pantolonuyla oldukça hoş bir kıyafet kombinasyonu yaratıp izleyici karşısına çıktı” gibi cümleler de ayrı bir güzel... Ancak yanlış hatırlamıyorsam bir müzik yazısı okuyor olmamız gerekmiyor muydu bizim? Rica ediyorum, “müzik icrasının görsel tarafı da önemlidir” savını destekleyen tartışmalara girmeyelim. Büyük üstat Friedrich Gulda’nın efsanevi konser ve kayıtlarını üzerinde hangi kıyafetlerle gerçekleştirdiğini emin olun bilmek istemezsiniz.

Peki, bir eserin icrası bu şekilde mi ele alınmalıdır? Daha doğrusu şöyle sorayım: söz konusu eserin ne olduğundan bile bihaber iseniz, icranın bütünlüğüyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? İşte tam bu noktada birikim devreye girer; bu kültür birikimi, insani erdem ile yoğurulmuş bir değer olmalıdır.

Ciddi şekilde üzülmekteyim. Bu üzüntümün bir başka sebebi de eleştirel materyallerde sürekli olarak trajikomik hatalara denk geliyor olmam. Yine örnek göstermeden geçemeyeceğim: Şefik Kahramankaptan beyefendi, oldukça güzel hazırlanmış olan kültür-sanat portalındaki bir yazısında Bach’ın re minör partitası’ndan bahsediyor, eserin bölümlerinden birinin ismini giege olarak yazmış. Gigue olmasın o? Giga da olabilir, bu güzel halk dansının Avrupa dillerinde birçok yazım şekli var ancak giege onlardan biri değil. Bu tür basit hatalar, bir cerrahın dikiş atmayı, bir hemşirenin ise pansuman yapmayı hiç bilmemesine benziyor. Beyefendinin yazılarının uzun yıllardır takipçisi olduğum için, maalesef bu hatanın basit bir yazım yanlışı olmadığını da biliyorum. Kendisine partita’nın ne olduğu ile ilgili bir soru sorsanız, nasıl bir cevap vereceğini üzülerek tahmin edebiliyorum. Yine aynı portalda yazan bir başka eleştirmenimiz, Mehmet Sungur ise, Mozart’ın müziği hakkındaki bir yazısında “Aldatan Kolaylık” gibi bir alt başlık kullanmış. Bestecinin müzik yazısının sade ve kolay göründüğünden bahsetmesi bile, müzik yazısı hakkındaki bilgilerinin ne denli yetersiz olduğunun bir kanıtı maalesef. On altılık notadan daha büyük bir değer kullanılmazsa yazı sade mi olmuş olur? Yoksa yazar, burada sadece görsellikten mi bahsetmekte? Bir yazıyı kolay yapan veya çetrefilli hale getiren unsurlar nelerdir? “Daha dün annemizin…” sözleriyle başlayan güzide çocukluk şarkımızı Do bemol majör tonunda ve otuz ikilik notalar kullanarak yazdığımız vakit, zor bir yazı mı elde etmiş oluruz? İnsanın aklına onlarca soru geliveriyor. Sayın Sungur’un kastettiği, söz konusu müzikal yazıdaki kolay ve sade tanımı nedir, çok merak etmekteyim. Bir müzik eleştirmeninin bu tanımı kusursuz bir şekilde yapması gerekir. Yazısında bir cümlesi daha var ilgimi çeken; orkestranın şefi için “Nüanslar ve orkestra dengesi için doğru işler yaptı” diyor. Nedir o işler? Bir okuyucunun en çok merak ettiği konu, o işin ‘güzel’ yapılmış olması değil, nasıl ‘güzel’ yapıldığı değil midir?

Bir eleştirmen, eleştirisine açıklık getirmek zorundadır. Gerçekleşen bir olayı duyurmak ve bildirmek haberciliktir, bu olayı detaylarıyla inceleyip belli bir birikimi de üzerine katarak yorumlamak ise eleştirmenin yapması gerekendir. Ayıplasam tesiri yok, sussam gönül razı değil…

Ancak Dmitri Şostakoviç’in güzel bir sözü var: “Sanat suskunluğu yok eder” diye. Susmamak gerekir, zaten önemli olan hata yapmak da değildir; yapılan hatayı, bu yüksek kültüre yakışır bir şekilde açık olarak düzeltmek ve okuyucuya değer verdiğini gösterip bu yanlıştan ötürü özür dilemektir. Sonrasında ise, doğrusunu öğrenmektir. İşte böylesine bir hareket, yukarıda bahsetmiş olduğum genel kültürün değerli bir meyvesidir. Kitap okumakla, yıllarca gazetelerde yazmakla veya herhangi bir edebiyat dalına hâkimiyetle elde edilemez. Erdem, bir insanın en önemli hazinesidir. Bir tutamı bile, bir eleştiriyi yararlı ve değerli kılmaya yeter.

Siz değerli okuyucuların vakitlerini naçizane örneklerim ve uzun cümlelerim ile yeterince çaldığımı düşünüyorum, beni mazur görünüz. Sadece bir girizgâh yapmaktı amacım. Bundan böyle, gitme şansına eriştiğim konserler, dinleme fırsatı bulduğum eserler ve kayıtlarla ilgili düşüncelerimi ara ara sizlerle paylaşacağım. Bu süre zarfında, sizlerle birlikte, ‘müzik eleştirisinin eleştirisi’ne eğilecek, yanlışlarımızı, hatalarımızı hep beraber düzeltecek ve asıl ihtiyacımız olan rafine ve doğru bilgi’nin sağlıklı bir akışını sağlayacağız. Birbirimizden öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki!

Hepinize tertemiz bir gökyüzü ve duyarlıklı bir hafta diliyorum…

Esen kalınız!