11 Aralık 2016 Pazar

İlhan Baran'ın Ardından...


Değerli sanatseverler,

Yaşam dediğimiz varoluş, kuvvetli bir akıntıdan ibaret. Ölüm de bu akıntının önemli bir parçası, sonsuz döngünün belki de en mühim zincir halkası.

Bunu her insan kabullenemez.

Kabullenebilmesi için, evrende tek bir koşul vardır: ardında bir şeyler bırakabilmek. Bu bir evlat, belki bir öğrenci olabilir; bir sanat eseri, bir fikir, belki de gülünç bir hatıra ya da ufacık buruk bir yazı…

Kabullenebilenler, her zaman farklı olmuşlardır.

İlhan Baran da farklı bir insandı. Onu tanıyan insanların gözündeki en belirgin özelliği belki de marjinal karakteri ve saplantılarıydı. Anlaması ve anlaşması zor bir kişilikti ancak yeterince paylaşımcı olursanız ve yoğun bir öğrenme açlığı gösterirseniz, tüm bildiklerini sizi adeta derin sularda boğarcasına aktarmayı en büyük zevki haline getirmişti.

Gittikçe güçten düştüğü şu son yaşlarında bile hayata bizler gibi anti-depresanlar ve tansiyon ilaçları ile değil, en büyük zevki aldığı şeyi yaparak tutundu: paylaşmak.

Onun için her daim kişiler değil fikirler önemliydi; lâkin fikirlerin yaşamasına, akıp yolunu bularak canlanmasına mani olan kişiler de en az o fikirler kadar önemli -ve rahatsız edici- hale geliyordu zihninde. Fikirler kadar tavır ve adap da önemliydi; bir insanın kültürünü sergileyen en önemli göstergenin ne bilgisinin ne de yeteneğinin, sadece ve sadece tüm birikimini yoğurup sunduğu davranışları olduğunu bilecek kadar aydınlatmıştı kendini. Bu yüzden sinirliydi, bu yüzden tek bir düşünceye, bir söze, hatta bir el hareketine bile uzun süre saplanıp kalabiliyordu. Saf yeteneğin ve gerçek geri kafalılığın ne olduğunu bilen, şu hayatta en çok karşılaştığı sahte kaliteyle ve gerçek kalitesizlikle mağrurca başa çıkabilen, birbirinin içerisine geçmiş saf iyiliği ve ham kötülüğü doğru yorumlayabilen bir insandı. Bu onu karamsarlığa, güvensizliğe, yalnızlığa itmiş olsa bile; o, eğilip bükülmeden, çıkarlar uğruna renkten renge girmeden, en önemlisi de öğrencilerine hiçbir konuda asla yalan söylemeden dimdik durmasını bildi. Genç yaşında tecrübe etmiş olduğu Avrupa kültürü ve külliyatına olan belki de aşırı hayranlığı, şu hayattaki tek naif zayıflığı, tek tatlı zaafıydı. Bu masum zaafı da bazı meslektaşları gibi insanları aşağılama ve ayrıştırma aracına dönüştürmek yerine, verdiği eğitimin içerisine umutla ve ideallerle yedirerek kuvvetle akan bir bilgi ve kültür nehrine çevirdi.

Bunca otun bilinçli bir şekilde çürütüldüğü bu sonsuz bataklıkta böylesine dik durmak ona ne kazandırdı? Hayatı boyunca burnunda çürümüş ot kokusuyla yaşamak zorunda mıydı?

Değildi, kendini sonsuz şekilde taltif ettirecek bir ortamı kolaylıkla yaratabilirdi; kendi fikirlerini dayattığı insanları birer nefer edasıyla kullanarak kutuplar yaratabilir ve hatta başkalarını ötekileştirerek kendini kuvvetli bir otorite olarak öne çıkarabilirdi. Bunu, ateşli ve etkileyici kişiliği ile çok kolay bir şekilde yapabilirdi.

O, ne akranlarının, ne meslektaşlarının, ne de öğrencilerinin asla ve asla yapamayacağı şeyi yaptı; kendini dürüstçe ifade etmeyi seçti. Ama bu ifadeyi onlarca müzik yazarak değil, insan eğiterek gerçekleştirdi. Ona göre bir trio’yu kötü yorumlayarak rezil edebilirdiniz ancak aydınlanmış bir zihni 'tek bir çalışta' karartamazdınız.

Bunu bildiği için her daim dürüst oldu. Dostlarının, ölümünden sonra ne hikmetse eskiye nazaran pek bahsetmemeye özen gösterdiği o sınırsız huysuzluğu, yalnızlığı, naif öfkesi ve ciddi saplantıları, onların gülümseyerek umdukları gibi sanat değil, insan kaynaklıydı. Deliliği, sonradan oturtulmuş bir ego boşluğu değil, haklılıktan ötürü gelen zorunlu bir tepkiydi.

Ve İlhan Bey bu gülümsemeler karşısında delirmemek için dik durmayı -yani onlara göre deliliği- seçti, başka hiçbir çaresi kalmamıştı.

Konservatuvarlarımızı bir düşünün, müzik eğitim kurumlarımızı, fakültelerimizi, enstitülerimizi… Öğrencilerine müziği sevdirmeyi başarabilen böylesi dürüst bir eğitimciliği tam anlamıyla kimler gerçekleştirebildi bugüne dek? Onur ödüllü büyük bestecilerimiz mi? Madalyalı anıtsal/yarı-tanrı piyanistlerimiz mi yoksa? Peki ya devlet solisti üstün nitelikli kemancılarımız, şu beynelmilel arenada arz-ı endam eden yetenekli şeflerimiz? Ya şaşaalı müzik dergilerimiz/yayınlarımız, fırfırlı müzik yazarlarımız, şık giyimli ve renkli fularlı eleştirmenlerimiz?

Kuşkusuz bazıları öğrenci yetiştirmişler, birçok yetenekli müzikçinin iyi niyetle ellerinden tutmuşlar, insanları iyi kötü bilgilendirip onlara bir şekilde mutlaka yardımcı olmuşlardır. ‘Doğru’yu günde iki defa gösterebilmek için ‘bozuk’ olmak gerekmez.

Ama ellerinden geleni ‘gerçekten’ yaptıklarını, dürüstçe söyleyebilir misiniz?  

Kanımca hayır.

Hangi öğretmeniniz size sırf düşünmeyi öğretmek için, sizle kuantum fiziği hakkında hiçbir bilginiz olmamasına rağmen sırf ufkunuzu genişletmek için saatlerce tartıştı? Bugüne dek çalıştığınız hangi eğitimci, ateşli bir polemiğin ardından sizden yeni bir şey öğrendiği için mutlu olup size teşekkür etti? Hangi öğretmeniniz, size neden müzik yaptığınızı, sadece sizin düşünme yetinizi kullanarak doğrudan açıklamaya çalıştı? Eğitimci olsun olmasın, bugüne değin hangi müzikçimiz insanlarımızın aydınlanması için sessiz sedasız bu kadar çırpındı, emek verdi?

Ve kaç müzisyen büyüğünüz veya dostunuz, size gerçekten, tüm kalbiyle ‘iyi’ davrandı?

İşte bu yargıya varmanın tek yolu, dürüst olmaktır.

Bugün yaptığı müziğin bir sanat ve bir bilim olduğunun az olsa da farkında olan, en azından yaptığı işin değerini, derinliğini ve gücünü iyi kötü fark edebilen insanların çoğu, İlhan Baran’ın ellerine bir şekilde ‘dokunmuş’ kişilerdir. Eski zamanlardan beri, tek bir dersi bile, eğer algılarınız yeterince açıksa, havada süzülen fikir kabarcıklarını duyabilmeniz için yeterliydi. Fikirlerin bazen serbestçe bazen de zorla uçuşmasını sağlaması, onu hem çok sevilen hem de antipatik ön yargılar ile yaklaşılan bir figür haline getirdi.

“İlhan bey bu ülkeye fazladır…” derlerdi hep. Doğru değil.

Genel yüzeysel kanının aksine, tam da bu ülkenin ihtiyacı olan insandı o; tüm kusurları ve üstün taraflarıyla aydınlanmıştı, entelektüeldi, besteciydi, beyefendiydi ve eğitimciydi. Fazla geldiği nokta ülkesi değil, onu bu denli yalnızlığa ve küskünlüğe iten şu aziz müzik camiasıydı.

Öğrencilerinin bundan sonra yapmaları gereken şey, samimiyetsiz bir sahiplenme kampanyasına girişerek hocalarının eserlerini sahte bir sebat ile çalma yarışına girmek değildir. Zamanında ‘gönül ile’ yapmadıklarını şimdi ‘göstermelik’ yapmaya çabalayarak bir nevi kefaret ödemeye çalışmak hiç değildir. Tek yapmaları gereken, hocalarından öğrendikleri kültürü ve gerçek sebatı kendi öğrencilerine, kendi ailelerine, müzik yaptıkları dinleyicilerine, kendi toplumlarına ve en önemlisi kendi yaşamlarına aşılamaktır. Onu yâd ederken basit ticari emeller uğruna kendi reklamını yapmamak, miras bıraktığı tavrı açık yüreklilik ve temiz bir kalp ile sunmaktır.

Yani dürüst olmak ve sırf dürüst kalabilmek için dik durmaktır.

Ve İlhan hocalarını; sevimli karakteri, sonsuz hayal gücü ile bezenmiş derin mizah duygusu ve en önemlisi beyefendiliği ve iyi kalpliliğiyle hatırlamaları ve anlatmalarıdır.

Ruhun şad olsun…

16 Haziran 2016 Perşembe

Donizetti Klasik(!) Müzik Ödülleri


Değerli sanatseverler,

Yepyeni bir yazı ile hepinizi saygı ve sevgi ile selamlıyorum. Her yazımın başında yer verdiğim ritüelimi tekrarlamak isterim; evet, uzun bir ara oldu, bu sebeple beni mazur görünüz.

Son zamanlarda hem sanatçıların hem de sanatseverlerin en çok yakındığı durum, estetik değerlendirme becerimizin ve bu becerinin anahtarı olan sanat kültürümüzün yozlaşıyor olduğu gerçeğidir. Ne yazık ki bir arpa boyu kadar yol bile alamadığımızı, geçtiğimiz Mayıs ayında gerçekleştirilen bir ödül törenine bizzat katılarak, üzülerek deneyimlemiş bulundum.

Bilindiği üzere güzel ülkemizde klasik müzik alanında yayım yapan fazla sayıda süreli yayın bulunmamakta. Bu süreli yayınların arasında belki de en önemlisi ve en kapsamlısı kabul edilen bir dergi, her yıl, müzik tarihimizde çok önemli bir yere sahip olmuş güzide bir besteci ve eğitimcinin adı ile ödüller dağıtıyor: Donizetti. Bu yazıda, söz konusu derginin adını kullanmamayı uygun görüyorum. Aksi takdirde şımarıklığa varan yakınmalar, yersiz alınganlıklar ve hakarete varan akılsız suçlamalar at başı gidecektir. Dürüst olacağım; ne sizlerin ne de benim vaktimiz, böylesi bir israfı kaldıracak denli değersiz değil. Ne tarafıma anlamsızca gönderilen video sitelerinin bağlantılarıyla, ne de sosyal medya vasıtasıyla şahsıma yöneltilen haksız ve bilinçsiz saldırılar ile uğraşamayacağım, af buyurunuz.

Gelelim Donizetti Paşa’nın adıyla başlığı atılan ve ülkemiz yararına çalışan değerli müzikçilerimize dağıtılan ödüllere… Geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da adaylar ve verilen ödüller arasındaki bağlantılar elbette zayıftı. Bu durum yıllardır ben başta olmak üzere birçok sanatseverin de ne yazık ki kanıksadığı bir durum. Fakat bu yılın özel bir farkı var benim için; adaylar ve kazananlar beni ciddi anlamda şaşırttı. Neden şaşırdığıma gelince; kanıksadığı şeyler aslında insanı şaşırtmaz, ancak affınıza sığınarak söylemek zorundayım ki, ben uzun bir zamandır böyle bir bilinçsizlik ile karşılaşmadım değerli sanatseverler... Ne desem, nereden başlasam bilemiyorum; bu organizasyon hakkında bilinçsizlik desem amatörlüğün hatırı kalır; amatörlük desem bilgisizliğin boynu bükük! İzninizle ödül dağıtılan belli başlı bazı kategorileri tartışacağım, sözü de fazla uzatmamaya çalışarak.

Öncelikle sunuştan başlayalım: hayır, sunucunun veya dergi editörünün yapmış olduğu konuşmalardan bahsetmiyorum; basına servis edilen metni kastediyorum. Ödüllerin yapılandırmasında değişikliğe gidildiği şu şekilde belirtilmiş:
“Genel algı ve medyanın magazinsel yaklaşımlarından uzak, gerçekçi bir değerlendirme yapabilmek amacıyla, adayları çok geniş bir jüri heyetine sunup seçim yapılmasını istemek yerine, sanat alanını daha yakından izlemekte olan Donizetti Klasik Müzik Ödülleri Seçici Kurul üyelerinin adayları belirleyip, son seçimi de yapması yoluna gidildi.”
Genel algı’dan kasıt, müzik türlerinin bulamaç edilip ‘Kirlenmiş Bilgi Tarhanası’ olarak sunulması ise, bu metnin gerçeği yansıttığını söylemek olası. Medyanın magazinsel yaklaşımı ile kastedilenin ne olduğu da bu blog’u açma sebeplerimin en başta gelenidir. Bu yazıları ne amaçla yazıyor olduğuma tekrardan dikkatinizi celp etmek zorundayım. Gerçekçi bir değerlendirme tamlaması ise en çok güldüğüm kısım oldu, neden güldüğümü kategoriler halinde açıklayayım.

Yılın Bestecisi: Üç bestecinin aday gösterildiği bu alanda, özellikle adayların neden aday gösterildiğine dair yapılmış olan yetersiz açıklamaların beni çok rahatsız ettiğini söyleyebilirim. Bir kimseyi spesifik bir alanda ödüllendireceğiniz zaman, bu kişi hele ki bir sanatçı ise, yaratıcılığının stil özelliklerini geniş biçimde kapsayan bir açıklama ile halka ve değerlendirmeye sunmak durumundasınız. Adayın adını okuyan kişinin soracağı ilk soru, her zaman Neden? olur. Bu bağlamda bakarsak: kıtalararası camiada ismini duymayan pek az müzikçinin kaldığı; katıldığı büyük yarışmaların neredeyse tümünden yaratıcılığının yüksek estetik seviyesini gösterecek zarif ve kaliteli eserleriyle ödüller kazanarak dönen Yiğit Kolat’ı, "eserlerinde felsefi bir derinlik bulunması, Türkiye’deki toplumsal olayları da dikkate alarak beste yapması nedeniyle" aday göstermişler. Eserlerinde felsefi derinlik bulunmayan veya toplumsal olayları göz ardı edip bunlardan zerre etkilenmeyerek eser yazabilmiş bir besteci var mıdır veya olmuş mudur dünya yüzünde? Kaldı ki, müzikte nota ve seslerden çok felsefî cümlelerin kullanıldığı bir garip dönemde yaşıyoruz, tınıları bu denli ustaca kullanabilen bir besteciyi bu manasız cümleler ile sunmak, besteciye tek kelime ile saygısızlıktır. Bir başka çalışkan ve üretken besteci Tolga Yayalar’ın aday gösterilmesi beni memnun ettiyse de, adaylık tanımındaki amatörlük göze öyle bir çarpıyor ki, cümlenin sonunu getiremeden kör oluyorsunuz. Yayalar’ın bana göre öne çıkan en önemli yönü, ciddi seviyedeki bilgi derinliğidir. Türkiye’de bu denli bilgi birikimine sahip bir müzikçinin varlığı, farkında olan kişi için çok büyük bir şanstır. Kendisi profesyonel bir besteci, idealist ve başarılı bir eğitimci olarak, umarım bu amatörlükleri mazur görüyordur; zira ben sade bir dinleyici ve takipçi olarak bu denli kalitesizliğe kayıtsız kalamıyorum. Naçizane görüşüme gelince: Yayalar, benimsediği stil çerçevesinde, müzikteki sessizliği ve buna zıt koştuğu şok etkisini en başarılı şekilde kullanabilen bestecilerden biridir. Bu bağlamda, seçici kurulun, bestecinin eserlerini adam akıllı dinleyip üzerine kafa yordukları kanımca şüphelidir. Bir diğer aday Hasan Niyazi Tura’nın adaylık açıklaması ise tam evlere şenlik; eserlerinin orkestralar ile sıkça çalınması, konçertolarının değişik(?!) solist ve orkestraların repertuvarlarına girmesi… Af buyurunuz ancak, bu eserler başka nereye dâhil edilecekti acaba? Ayrıca değişik solist ve orkestralar’dan kasıt nedir? Bu cümleleri kaleme alan kişi, değişik kelimesinin anlamını gerçekten biliyor mu? Yakın zamanda solist Marcis Kulis’ten canlı dinlediğim (takdir edilesi bir çalışma denebilecek olan) Klarinet Konçertosu’nu otantik sazlara sahip bir Barok orkestrası eşliğinde Hüsnü Şenlendirici beyefendi icra ettiyse ve benim haberim olmadıysa, bilemem. Bakınız: bir editörün kalem kâğıdına en yakın duran cisim bir sözlük olmalıdır, sosyal medya zırvalarıyla ikide bir titreşen bir cep telefonu değil. Editör dediğimiz yazın alanında uzman kişinin kelimelerin anlamlarını doğru bilmesi ve cümlelerde doğru kullanması gerekir diyeceğim ama bu kısmımızda sözü fazlaca uzattığımı düşünüyorum. Kazanan adaya gelince; Tura, kendini teknik açıdan çok ciddi şekilde geliştirmesi gereken bir besteci. Halk müziği stilindeki ezgileri örnek teşkil ettiği stil sebebiyle parlak olabilir ancak bu ezgileri işleme ve geliştirme konusunda çok ciddi sıkıntıları olduğu su götürmez. Bir konçertonun veya bir oratoryonun bir tür dans veya şarkılar döngüsü olmadığını, bilhassa Şehitler Oratoryosu adlı çalışmasından çıkarımlar yaparak fark etmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bir esere bedenen büyük bir isim verme heveslisi olursanız, bir besteci olarak olumsuz sonuçlarına hayat boyu katlanmak zorunda kalırsınız.

Yılın Piyanisti: En trajikomik kısım diyebilirim. Hatta gerçekçi bir değerlendirme yapabilmek amacıyla trajik demek, daha yerinde olur. Adaylar: Ayşe Deniz Gökçin, Gökhan Aybulus ve Cem Babacan - Başar Can Kıvrak ikilisi(?!). Babacan ve Kıvrak’ın bir piyano ikilisi olarak aday gösterilmesi başlı başına bir komedi maalesef. Bu iki müzisyeni, çok affedersiniz Kayserili bakkal mantığıyla “araya sıkıştırmak”, açıkçası midemi bulandırdı. Tek kişinin ödül alacağı bir kategoriye, iki yetişkin piyanisti, ikiz kız kardeş olmadıkları halde tek atışta aday olarak göstermek son derece ayıp ve yüzsüzce. Kaldı ki, kanımca pek de uyumlu bir piyano ikilisi olmadıklarını söylemeden edemeyeceğim; zira birbirine zıt ve asla ortak bir noktada birleşemeyecek bir müzikal anlayış içerisinde olduklarını düşünüyorum. Geçtiğimiz aylarda Antalya’da dinleme şansı bulduğum Mozart ikili konçerto yorumlarında da fikrimden kesin bir şekilde emin olduğumu belirteyim; tamamen farklı duyguların eseri olan iki muhtelif tuşe ve tını ile sürekli bir piyano ikilisi olmalarının çok zor, hatta imkânsız olduğunu söylemek zorundayım. Bu uyumsuzluk, özellikle de Babacan’ın bestelemiş olduğu birinci bölüm kadansında, yanlış tempo seçimi ve ikili arasındaki korkunç nüans uyumsuzluğu ile zirve yaptı diyebilirim. Elbette tek bir eseri dinlemekle kesin bir yargıya varmak doğru değildir ancak sanatsal algı, uyuşumsuzluklar tavan bir değer gösterdiği takdirde bu tür kesin değerlendirmelere müsaade etmektedir. İki meslektaşın belki de kendilerini geliştirmek amaçlı gerçekleştirdiği bir kaç etkinliği en uygunsuz şekilde kuyruğundan yakalayıp bu kategorideki tek kişilik ödüle aday göstermek gerçekten çok komik, çok amatörce ve tek kelimeyle samimiyetsiz. Keşke piyanistlerden özür dilenseydi veya bu iki piyanistimiz yerinde bir tepki ile bu sevimsizliği bir şekilde önleselerdi diye düşünüp durdum. Heyhat, mevcut müzik camiasının belki de tehditkâr kurallarının bir kez daha devreye girmiş olduğu konusunda şüpheye düşmekten başka elden gelen bir şey yok. Diğer aday Gökhan Aybulus’un da konserlerde sıkça yer alan bir müzikçi olduğunu ülkenin müzikal etkinlik akışını takip eden çoğu kişi bilir. Ancak ödül organizasyonunda bireysel oda müzikçilerini kapsayacak bir alan (doğal olarak) bulunmadığı için Aybulus’un yine aynı bilinçsiz zihniyetle bu alana sıkıştırıldığını düşünüyorum. Seçici kurulun, yurt içinde veya dışında aday gösterilebilecek onca piyanist arasından niçin sayın Aybulus’u seçerek rahatsız etme girişiminde bulunduğuna anlam vermem mümkün değil. Bir diğer aday ve yılın piyanisti ödülünü kucaklayan sayın Ayşe Deniz Gökçin’e gelince… Öncelikle bu yazımızın başlığına esin kaynağı olduğu için kendisine bir teşekkürü borç bilirim. Klasik Müzik Ödülleri başlığıyla gerçekleştirilen bir etkinlikte, yılın piyanisti ödülünün, hafif müzik çalışmalarıyla öne çıkan bir müzikçiye verildiğini anlamak, hangi akla hizmet böyle bir gaflette bulunulduğunu kavrayabilmek adına, belki de seçici kurulun müzikal kültürü idrak etme seviyesini irdelemek veya ölçmek gereklidir. Yılın genç müzisyeni veya özel ödül gibi bir kategori dururken, çabasını ve yaratıcılığını tamamen farklı alanlara yönlendirmiş kişileri aynı torbaya koyar ve ödülü konunun başlığıyla bağlantısı en uzak olan kişiye, yani Gökçin’e, hangi akla hizmet sunabilirsiniz anlamak gerçekten imkânsız. Hatta bilinçsizce ve saygısızca diyebilirim. Burada, diğer iki (pardon, üç) adayı komik duruma düşürmüş olduğunuzun da farkına varmışsınızdır. Bir hafif müzik projesinin klasik müzik ödülleri adı altında sunulan bir etkinlikte solist ödülü alması, amatör liseler arası turnuvalarda bile rastlanmayacak türden bir organizasyon başarısızlığıdır. Ayrıca belirtmem gerekir ki, Gökçin’in bu yeni klasik anlayışının pek de yeni olmadığını bazı kimselere hatırlatmak gereklidir. Zira piyanoyu gerçek anlamda vurmalı bir saz olarak kullanmaya çalışıp, kalburüstü aranje becerileriyle toplamda tümleşik bir dans kompozisyonu elde etmek yenilikse eğer, bu uğurda ter döküp duran çok sayıda insan mevcut. Zamanında Anjelika Akbar’a demediğini bırakmayan kimselerin bu çalışmayı abartılı şekilde ayakta alkışladığını görmenin zaten yeterli olduğu kanısına varıp, konuyu burada kapatmayı bir görev addederim (ki zavallı Akbar, piyanoyu haşince tokatlamak yerine darbuka tokatlatmanın daha uygun olacağını düşünmüştü, bunu da sevimsizce hatırlatayım). 

Yılın Orkestra Şefi: Yine adaylar hakkında yazılmış ipe sapa gelmez açıklamar ile kör edildiğiniz bir başka kategori. Orhun Orhon’un adaylığı için kullanılan “en zor eserlerin bile net vuruşlarıyla üstesinden gelebilmesi” cümlesi bilhassa dikkatimi çekti. Orkestra şefi, öncelikle bir müzisyen olarak, en zor eserlerin üstesinden net vuruşlarıyla değil; başta müzik birikimi, ardından bu birikimi doğru şekilde aktarabilmesi (insan yönetimindeki becerisi) ve en son olarak teknik becerisiyle gelir. Trafikte kaza yapmamanızı sağlayan şey, önce kuralları bilmek, sonrasında da bu kuralları düzgün şekilde uygulayabilmektir. Onca hevesli müzisyenin karşısında trafik canavarı değil, trafik polisi olmak zorundasınız (nedense bu konu gündeme geldiğinde aklıma her daim otomobiller ile ilgili misaller gelmekte, mazur görünüz). Bir diğer aday Alparslan Ertüngealp için yazılan aday açıklaması, bu basın metni rezaletindeki tek düzgün iş olmuş denebilir...di. Kaldı ki bu tek düzgün işi de biz takdir etme fırsatı bulamadan, metrelerce diplerdeki o genel seviyeye çekivermişler. Yiğit Kolat için söylediklerimi tekrarlamak istemiyorum ancak Ertüngealp’in bu toprakların çıkarmış olduğu belki de en başarılı ve becerikli orkestra şefi olduğunu söylemek son derece magazinsel duyulsa da, icra ettiği ustalıklı işlere tanık olan kimselerin bu cümleleri yadırgayacağını düşünmüyorum. Son aday Cem Mansur ise yılın müzik eğitimcisi ödülünü alması gereken bir müzikçimizdir benim gözümde. Gençler ile kol kola yarattığı başarılı etkinlikler ve yıllardır muhteşem bir uyumla sürdürdüğü hevesli gençlik orkestrası ambiyansı, ülkemiz için son derece önemli ve takdirlerin en büyüğünü hak ediyor. Birçok müzik okulu ve konservatuvarın onca yıl başarmaktan aciz kalıp, tam da aksine gençlerimizde nefret dolu bir algı yaratmayı başarabildikleri şu müzisyenlere müziği sevdirerek müzik yaptırma misyonunu başarı ile yerine getirdiğini düşünüyorum sayın Mansur’un, sırf bu yüzden kendilerini içtenlikle kutlarım. Ama bu kategori, yılın müzik eğitimcisi veya sevimli bir teşvik ödülü değil, yılın orkestra şefi başlığını taşıyor. Eğer müzikal beceri, profesyonellik, tecrübe ve bilgi konusunda bir karşılaştırma yapacaksak, bu kategoride diğer iki adayla doğal olarak karşılaştırılamayacak düzeyde tek bir adayın yer aldığı aşikardır. Basit bir soru karşısında paniğe kapılıp dinleyicisini bir takım referanslar ile küstahca cahil yerine koymaya yeltenen orkestra yöneticilerinin hiç de tecrübeli olmadığı; gençlik orkestrası diye gösterilen topluluğun içerisinde gençlerden çok yaşı geçkin müzikçilerin yer almasını sağlayıp gençleri dinleyici tarafına oturtmak(?) gibi sebebi belirsiz ve anlamsız bir uygulama yürüten orkestra yöneticilerinin de hiç ama hiç profesyonel olmadığı kesindir. Küçücük bir orkestra eserinin prömiyeri söz konusu olunca “Eyvah!” demekten utanmayıp, dinleyicilerini ve meslektaşlarını aşağılamakta sakınca görmeyen onca sözde orkestra yöneticisinin yıllar yılı yaşamış olduğu bu toprakların, gün gelip yeni yazılmış bir operanın prömiyerini gencecik yaşında başarıyla sahneleyen yetenekli şefleri de takdir edeceği günü göreceğimize inanıyorum. Zavallı Donizetti Paşa'yı bilemiyorum ama hiç olmazsa Mitropoulos’un kemiklerinin sızlamadığına eminim.

Özel Başarı Ödülü: Seçme ve değerlendirme aşamasındaki bu yüksek seviyeli bilinçsizliği toparlayacak tek kategori buydu. Bu kategoride birden fazla ödül (bilhassa bahsetmiş olduğumuz bazı müzikçilerimize) verilmiş olsa, kim bilir belki de bu yazıyı yazmayı düşünmeyecektim bile. Ama bu cankurtaran simidinin nasıl akıl almaz şekilde patlatıldığını, ödülün İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'na verilmesiyle görmüş olduk. Ödülün, ülkemizdeki bütün devlet orkestraları arasında performansıyla, tını kalitesiyle ve müzikseverliğiyle belki de en zayıf halkası olan İDSO’ya hangi amaçla ve hangi düşünceyle verildiğini açıkçası hiç merak etmedim. Edemedim, çünkü hemen hemen her kategori o kadar bilinçsizce ve amatörce organize edilmişti ki, bilhassa bu ödülle ilgili ufacık bir yorum bile yapamıyorum. Tek üzüldüğüm şey, bu enkazı temizlemeye birazcık yardımı dokunabilecek yegâne şeyin, yani tek serbest ödül kategorisinin bu şekilde harcanmasıydı. İDSO’ya söylediklerim için, hemen aklınıza giydiği renk renk fularlarıyla seçkinlik ve sanatseverlik saçarak şu malum gazetede tuhaf yazılar yazmakta olan çok sevgili yarı spor - yarı aktüel köşe yazarımız gelmesin. Benim için son derece ilginç geçen ödül töreni için ise söyleyecek tek bir şey var; o da değerli Tuncay Kurtoğlu'nun izlediğim en iyi performansını gerçekleştirdiği gerçeğidir (elinde cımbız olan aklı evvel heveslileri de uyarayım ki sevap olsun, ironi yapmıyorum). 

Sanatsal estetik algımızın ve değerlendirme becerilerimizin geldiği noktayı görüp, gerçekçi bir değerlendirme yapabilmekten yoksunsanız eğer, diyecek tek bir kelime bile yoktur. Ancak hakkını verecek şekilde gerçekçi bir değerlendirme yapmam gerekirse, inandığınız değerlere yarar değil zarar vermektesiniz, uyarayım. Hatırlayınız; birçok müziksever ve sanatçı, zamanında alanındaki en saygın sanatçılardan merhum Zeki Müren'i ve Yıldırım Gürses'i Klasik Sanat Musikisi'ni yozlaştırdığı ve arabesk müziğin önünü açtığı gerekçesiyle eleştirmiş, suçlamıştı. Bu tartışma hala devam etmektedir. Sorarım sizlere; şu bilinçsizlikle ödül ve prestij dağıtılmaya devam edildiği sürece, elimizde müzik sanatı adına yozlaşmamış ne kalacak? Bir klasik müzik etkinliğinde hafif müziğe solistlik ödülü vermek; sunduğu çalışmaların kalitesi belli olan kişiler arasında kalite ayrımı yapmaksızın hepsini aynı kefeye koyup gerçek estetik değerlendirmenin sınırlarını belirsizleştirerek, bunun doğru olduğuna insanları hatta müzikçileri sırf magazinsel kaygılar yüzünden ikna etmeye çabalamak... Sanılanın aksine, yozlaşma her daim en üst kademelerden başlar ve temele doğru iner. Umarım yanılıyorumdur. Bu konuyu kişisel hırslarımızdan arınarak, ciddi şekilde düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.

Siz değerli okuyuculardan bir çoğu, bu noktaya kadar maalesef öfkeden pembeleşmiş gözlerle ulaştı, bunun farkındayım. Ancak daha önce de defalarca belirtmiş olduğum gibi, sanatçı kişi kendisine yöneltilen her tür eleştiriye karşı tarafsız kalabilmeli ve cesur olmalıdır. Bilhassa müzik eleştirisi yapan insanların amacı aşağılamak değil, yanlışları ve gerçekleri söylemektir. Eleştirmen, eğer söz konusu yanlışlar ilaç tedavisini gerektirecek derecedeyse yapıcı bir üslup kullanılabilir. Ama her yana yayılmış kötü huylu dokulardan bahsediyorsak, cerrahi müdahale şarttır. Bu bağlamda asıl sorgulanması gereken mesele, kimlerin ödülü hak edip etmediği değil, bu bilinçsizliği en saygın ve prestijli ödüller alt başlığıyla kotarmaya çalışan kişilerin saygı ve prestij dediğimiz değerleri gerçekten temsil edip etmedikleridir. Bana göstereceğiniz tepkiler için şimdiden son derece müteşekkirim, ancak bu tepkileri tekrar uzun bir yazı yazmama sebebiyet veren bilinçsiz ve samimiyetsiz algıya yöneltmeniz, ülkemiz sanat yaşamı açısından çok daha yararlı olacaktır. Sonuçta aldığınız ödüller sizleri daha iyi bir müzisyen yapmaya yetmez, sizi iyi bir müzisyen yapan asıl şey müzikal cesaretiniz ve dünya görüşünüzdeki kararlılığınızdır; bunu da, edindiğiniz bilgi birikimini doğru şekilde yorumlayarak başarabilirsiniz. Bu duruşunuz, zaman zaman komik ve utanç verici hatalar yapan kimi seçici kurullara da elbet yol gösterecektir; hatta onların aday gösterdiklerine ve ödül alanlara... Alınmak gücenmek yok değerli arkadaşlar; edindiğiniz kültürü ve bilgiyi doğru kullanmak zorundasınız. Sizler sanatçısınız, silkinerek kendinize geliniz lütfen.

Eklemeden geçemeyeceğim; basın açıklamasında “Bu yıl bale-dans dalına yer vermeyişimizin nedeni, dünyada da genellikle bu dalın, klasik müzikten ayrı bir değerlendirmeye tâbi tutulmasından kaynaklanıyor” cümlesine yer verilmiş. Hafif müzik alanındaki tasnifin de klasik müzikten ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulduğunu belirtmek ve hatırlatmak isterim.

Merhum Giuseppe Donizetti'yi (1788-1856) saygıyla anmadan bu yazıyı bitirmek olmaz. Batılı anlamdaki müzik başöğretmenimiz Donizetti ve Batı teknikli müzik tarihimiz ile ilgili yazılmış birçok kaliteli Türkçe kaynağı taramanız ve bu önemli kişilik hakkında bilgi edinmeniz dileğiyle, siz değerli sanatseverlere güzel ve huzurlu bir hafta diliyorum…

Esen kalınız!

12 Nisan 2016 Salı

Kehanetle Açılan Bir Festival ve Madalyonun Yansımayan Yüzü - II




Çok değerli sanatseverler,

Başlığın tanıdık geldiğinin farkındayım. Bu yazımın bir cevap yazısı olmadığını da belirtmem gerekir. Bu yazı, eleştiriye yapılan eleştirinin bir eleştirisidir. Cümlelerimi bu çerçevede ele almanızı istirham edeceğim. Yazacağım hiçbir cümlenin ve satırın sizleri kırmamasını umuyorum.

Öncelikle Kehanetle Açılan Bir Festival ve Madalyonun Yansımayan Yüzü başlığıyla yayınladığım bir önceki yazıma gösterdiğiniz ilginiz için müteşekkirim ve düşüncelerinizi bana açık açık aktarma nezaketini göstermeniz sebebiyle ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Kendi fikirlerimi yazma ve basit bir sitede yayınlama kararımın ne kadar doğru olduğunu ve aslında siz değerli müzisyen ve müzikseverlerin ülkemizin sanat yaşamını etkileyebilecek en ufak değişkenlere karşı ne denli titiz ve hassas olduğunuzu deneyimlemek, inanın ki beni duygulandırdı. Ancak son derece şaşırdığım birkaç noktayı sizlerle paylaşmayı bir görev addederim.

Öncelikle, amacım boş ve lüzumsuz bir tartışma yaratmak değildi. Hele ki o konserde görev alıp harika bir müzikal kalite sunan genç müzikçilerimizi üzmek hiç ama hiç değildi. En çok üzüldüğüm nokta, bazı genç müzisyen arkadaşlarımızın gücenmiş, kırılmış olması. Onur kırıcı bir cümle sarf ettiysem, tek bir sözcük ile olsa bile mutsuz ettiysem bundan hicap duyarım. Birçok arkadaşımdan ve siz sevgili okuyuculardan aldığım mesajlardan yola çıkarak tekrar belirtmek isterim ki; bu değerli müzik topluluğunun hiçbir üyesine hakaret etmek gibi bir amacım yoktur, olmamıştır ve asla da olmayacaktır. Bu tür yanlış anlaşılmaların beni gerçekten yorduğunu söylemem gerekli.

İkincil olarak şaşırdığım nokta ise, bana yöneltilen eleştiriler ile ilgili. Aslında bu konuda son derece mutlu ve mesudum, çoğu mantıklı eleştirilerdi, ancak hoşnut olmadığım birkaç nokta var. Müsaadenizle bunlardan bahsetmek isterim ancak bu yazımın bir cevap yazısı olmadığını unutmayan bir bilinç ile değerlendirmenizi arz ediyorum.

Genç bir sanatçı için örnekler sandığınızdan daha önemlidir. Besteci olsun, icracı olsun, ressam olsun; her bir sanat insanı, kendi yolunu çizip kendi dilini oluşturmadan önce, mutlaka kendinden önce gelen ve estetik olarak karakterine en yakın hissettiği bir başka sanatsal karakteri rol modeli olarak seçer ve onu taklit etmeye başlar. Estetik yaratım bilincine bu şekilde varır. Bu bağlamda, yetişen kişinin örnek alması için sunacağınız karakterler çok önemlidir. O akşam sahneye solist-şef niteliğiyle çıkan genç müzisyenimiz için verilen örneği eleştirme biçimimin belki de sıkıntılı olduğunu, sadece ve sadece söylemek istediğimi yeterince açık iletememiş olmam babında kabul edebilirim. Fakat benzetmeyi yanlış algıladığım sonucu çıkartılarak yorumlar yapılması ve söz konusu tartışmada yer alıp yorum yapan ancak yazıyı okumaya bile gerek görmeyen kişilerin yazdıkları -özellikle de "eleştirmen" saygıdeğer bir beyefendi ile karıştırıldığım yorum- beni çok güldürdü. Yazımda dikkat çekmek istediğim nokta, bu tür benzetmelerin insanları psikolojik olarak yanlış yönlendirebileceği ve yaratıcılıklarının belirli bir kerteden sonra –bilhassa da çıkar amacı güden bir takım oluşumlar tarafından- suiistimale açık hale gelebileceğiydi. Burada mesele Barenboim veya bir başka büyük müzisyen değildir, genç sanat insanlarımızın neleri örnek almaları gerektiğidir. Bir icracı, çaldığı eserin bestecisini ve yaratıcılığını örnek alıp özümsemediği sürece, karakter taklidi yapmaya mahkûm olur. Basit bir örnek verirsek: Neeme Jarvi çok meşhur ve usta bir orkestra şefidir, bilirsiniz. Onu örnek almanız daha etkin provalarla orkestrayı yönetmenizi sağlar belki, ancak yorumlama ve müzikal incelikler bakımından Jarvi’den değil, yönettiğiniz eserden feyz almanız gerekir. Bu sebeple yorumladığınız bestecinin dilini iyi bilmek önemlidir, gençlerimizin kendi dillerine hâkim olmalarının gerekliliği ise bu bağlamda belki de en önemli unsurdur. Yazılan cümlelerin yeterince dikkatli okunmaması ve yazılanların önceden yerleşmiş bir fikir akışı ile isteğe bağlı -ve hatta keyfi- yorumlanması tamamen okuyucuya ait bir takdirdir. Şoförü veya sürdüğü aracı değil, gittiği yolu örnek almanızdır asıl mesele. Genç müzisyenimizin tüm bu eleştiriyi yanlış anlaması, beni ciddi bir hayal kırıklığına uğratır; zira ilerlediği sağlam yolda emin adımlarla ilerlemesi gereklidir. Tek diyebileceğim budur, önceki yazımda da dediğim zaten bu olmuştur. Aksi takdirde genel geçer bir okuma alışkanlığı ve yeterli seviyede dikkat ile yaşadığımız bu yanlış anlama sıkıntılarının üstesinden rahat bir şekilde gelebiliriz.

Bu güzel orkestranın kurucu şefi beyefendinin bana uzun uzun yazma nezaketi gösterdiği eleştiri yazısı ise beni en çok mutlu eden gelişme oldu diyebilirim. Öncelikle kendisine buradan teşekkürlerimi sunmalıyım. Ancak bana herhangi bir CD’nin numarasını veya bir video barındırma sitesi bağlantısını vermesine hiç gerek yoktu, bu harekete hiç bir anlam veremediğimi söylemeliyim. Zira izleyip dinlememi talep ettiği kayıtlar elimde zaten mevcuttur ve memnuniyetle de dinlemişimdir. Festivalin açılış konseri ise, bu kaliteli orkestranın konserine ilk defa gidişim de değildir. Genç bir orkestra olarak –olması gerektiği gibi- bu ülkenin bestecilerine verdikleri önemin de farkındayım. Ben, bu konser sırasında veya sonrasında, orkestranın kurucu şefi beyefendinin sunulan programın bizzat hazırlayıcısı olduğundan -takdir edersiniz ki- doğal olarak habersizdim, bu sebeple kendisinin bu programa neden itiraz etmediğini sorgulamak amacıyla şahsına sormak gereklidir diyerek üstelemiştim. Neden bu eserleri çaldılar acaba? diye doğal olarak düşünmüş olmak ile birlikte, bunun sebeplerini araştırma gereği de ne yazık ki hissetmedim. Sebebi şudur: her zaman alışık olduğumuz mükemmel organizasyon politikaları, yöneticilerin çeşitli kaygı-kuşkuları ve ülkemiz bestecilerinin ürünlerinden ufacık bir örnek bile içermeyen tipik bir başka festival açılışı diyerekten hafif bozuk ve mutsuz şekilde evimin yolunu tuttum -bu sınıflamaya girmeyen festival açılışlarını bu konunun dışında tutuyorum-. Gözden kaçırdığım nokta da sanırım buradadır: Yeterince sorgulamamış olmak. Bu bağlamda sistemimizde ne kadar eski-yeni hata var ise –ki o hataları tartışacak yerimiz şimdilik burası değildir- bir bir aklımda dönüp durduğundan, değerlendirmemi de bu akış üzerine kurduğumu söyleyebilirsiniz. Tepki çeken nokta da, bu konudaki sivri üslubum oldu sanırım, yazıyı kaleme aldığımda bu değerli orkestranın kurucu şefi olan beyefendinin şahsına karşı bir saldırı veya saldırgan sorgu tavrı içerisinde olmak aklımın ucundan geçmemişken, nasıl böyle bir tavır ile karşılaştığımı anlamak, dediğim gibi, biraz şaşırtıcı oldu benim için. Lakin itiraf etmek gerekirse, yoğun bir sitem duygusu hissettiğim konusunda dürüst olmam gerek.

Zira takdir edersiniz ki, tek amacım; ilk yazımda da belirttiğim gibi, başta kendi eksiklerim olmak üzere hep birlikte açıklarımızı ve eksikliklerimizi gidermemiz amacıyla ortak bir çabaya girişmemizdi. Bu konuda müsterihim, beni bu yazı sonrası mutsuz edebilecek tek bir şey varsa, o da o sahnede çabalayan insanları üzmüş olma ihtimalimdir. Ben bir dinleyiciyim ve tek bir görevim var: hayır, sandığınız gibi dinlemek değil, sorgulamak. Görevimi yeterli seviyede icra etmediğimden kaynaklı olarak birçok insanı belki de üzüp kırmışımdır, varsa öyle bir hatam, tekrarlıyorum, affolsun. Bununla birlikte belirtmem gerekir ki,  yazılmış taze bir eseri dinleme şansını kaçırmış olmak da ayrıca üzdü beni. Fakat ufak sorular yine de kafamı kurcalamıyor değil: lojistik sıkıntılar nedeniyle bestecilerimizin herhangi bir eserini bu önemli açılışta -veya kapanışta da diyelim, eksik kalmasın- sunamamış olmak elbette anlayışla karşılanabilir, fakat Kalinnikov’un uzun ve geniş çaplı sayılabilecek eseri yerine Saygun’un Op.30 İkinci Senfoni’sini icra etmek ciddi anlamda zorlayıcı olacak mıydı? Ya da Mozart’ın güzide konçertosu yerine Betin Güneş’in veya Ekrem Zeki Ün’ün daha küçük topluluklar için yazmış olduğu Piyano Konçertoları, Nevit Kodallı’nın Ebru’su veya Cemal Erkin’in Konçertino’sunu seslendirmek imkânsız bir senaryo muydu? Genç müzisyenimiz, Mozart’a olan hâkimiyetiyle şu an aklıma gelip gelişigüzel sayıkladığım eserleri rahat bir biçimde yönetemez miydi? Bunu yaptığı an, kendisine örnek olarak gösterilen –veya örneği yakıştırılan- Barenboim’in icraatlarının bir adım ötesine geçerek hepimize –Barenboim dâhil- bu gencecik yaşında örnek olamaz mıydı? Barenboim -veya adı geçen diğer başarısız kehanet karakterleri-, bu gencimizn yaşında böyle bir prömiyere veya çağdaş esere, solist-şef olarak icra teşebbüsünde bulunmuş mudur acaba? Hem de ülkesinin önemli bir festivalinde? Mümkündür, -her ne kadar şiddetle karşı olsam da- ancak o zaman bu tür yakıştırmaları yapmanız, belki çok daha yerinde olacaktır. Belirteyim ki, tüm bu basit örnekler kendime sorduğum soruların birer sonucudur, cümlelerimi yanlış anlaşılmamak -ve her açıdan yorulmamak- adına bu denli uzatmış bulunuyorum.

Böyle bir senaryonun gerçekleşebilme ihtimali, sadece siz müzisyenlerimizin çabaları -ve elbette takdiri- ile oluşabilir. Ancak bu konuları sorgulamak ve sorular sormak, daha doğrusu merak etmek de bir dinleyici olarak benim takdirim olmalıdır. Bana cevap vermek ve hatta beni ciddiye almak gibi bir yükümlülüğünüz de yoktur; ancak bir müzisyen olarak, dinleyicilere -daha doğrusu halkınıza- karşı sorumluluklarınız vardır. Festival düzenlemek ve o festivalde yer almak ciddi bir iştir. Açıkçası, buradaki mesele ne sürüş kabiliyetidir ne de Rus veya Alman otomobili kullanmaktır. Sıkıntımız: önündeki yokuşu gören bir Alman’ın “bir araç yapıp engeli aşmalıyım” demesi, bizlerin de “bir Alman aracı alıp engeli aşmalıyım” dememizdir. Eleştirdiğim unsur kişiliğiniz veya uygulamalarınız değil, siz de dâhil her birimizin birer parçası olduğu bu kir tutmuş zihniyettir. Bu bağlamda ele aldığınızda da, gerçek anlamda yaratan bir bestecinin de oldukça talepkâr olması son derece normaldir, bu maalesef hiç birimiz için sunulacak bir bahane değildir. Talepkâr olmuyorlarsa eğer, bu durum, yaratma sanatının gelişmiyor olduğuna sağlam bir işarettir. Klasiklerin çalınmasına karşı olduğum gibi bir izlenim yaratılmasına da bu çerçevede itirazım olacak müsaadenizle; zira o eserlerin neden çalınması gerektiği, ancak söz konusu topluluklar içerisinde yer alan icracılar tarafından anlaşılabilecek teknik bir sorunsal değildir. Dinleyici bunun farkındadır, bu tür bir tavırdan vazgeçmenizi naçizane tavsiye ederim. Bu zaten evrensel bir prensiptir. Okuma yazma öğrenimi gibi uygulanması şart olan bir disiplindir, orkestra dediğimiz topluluğun organik ve öğrenen bir çalgı olduğunu bana bu hususta hatırlatma teşebbüsünüz bile beni yeterince şaşırtmaya yetmiştir. Zamanında, yönelttiğim benzer bir eleştiri için, çok değerli bir beyefendi tarafından yüzüme son derece kibarca(!) “Dinleyiciysen dinleyici gibi davran, al biletini, dinle, sonra da kalk evine git. Müziği profesyonellere bırak!” cevabı almışlığım vardır. Bu sorumsuzluğa tepkili olduğum için yazıyor ve fikirlerimi paylaşıyorum zaten, başka bir amacım veya maddi çıkarım bulunmamakta. Lakin bana o eski günleri hatırlatmanıza sebebiyet verdiğim için kendime kızdım, dürüst olayım. O sebeple, bu meseleyi burada bırakmamızı rica ediyorum. Sizi kırdıysam, üzdüysem ve hatta öfkelendirdiysem beni affediniz ancak sorgulama konusundaki naçizane takdiri de öfkeye ve alınganlığa yer bırakmadan lütfen bana bırakınız. Sorumluluklarınızı biliniz; dinleyicilerinize bir iki kelime açıklama yapmayı çok görmek ve bunu alışkanlık haline getirmek ne denli hatalıysa, bu söylediklerimden farklı çıkarım yapmayı bir alışkanlık haline getirmek de o denli hatalıdır. Öfkeyle ve alınganlıkla sanat icra etmeyiniz.

Ayrıca Saygun Filarmoni Korosu’ndan bahsettiğim kısımda ironi yaparak alay ettiğim gibi bir kanıya varılmış. Bu başarılı topluluğun uzun yıllardır dinlediğim en kaliteli tınıya sahip korolardan biri olduğunu söylemiştim. Böyle bir topluluğun varlığını birinci elden tanımış olmak beni bu denli mutlu edip heyecanlandırmışken, kaleme dökmüş olduğum fikirlerin bu yönde algılanması beni ciddi anlamda şaşırttı. Yazdığım yazıları yayınlamadan önce defalarca okumayı alışkanlık etmiş bir insan olarak, açıkçası bu duruma zerre kadar anlam veremedim. Özellikle çilekeş kelimesini kullanmam rahatsızlık yaratmış sanırım, şahsıma iletilen mesajlardan anladığım budur. Bu konuda yetenekli koro üyelerimizi ve genç şeflerimizi üzmekten hicap duyarım ancak böylesi tuhaf çıkarımları ne düşünerek yaptıklarını gerçekten bilemiyorum. Ama çilekeş kelimesini kullandığım ve koro ile ilgili yazdığım cümleler için asla özür dileyecek değilim; bu ülkede ciddi anlamda gayret gösteren hevesli bir koro şefinin neler çektiğini, yönettiği koronun üyesi bile tam olarak anlamayabiliyor maalesef. Ben ise şahsım adına sadece kuru kuruya empati yapmaktan öteye gidemem, kabul ediyorum ve etmeliyim de. Zira bir koronun parçası olarak müzik yapmanın zevki ve öğreticiliğini yaşamamış ve bir koroyu yönetmenin zorluğuyla yüzleşmemiş kişilerin kalkıp bu konuda böylesi talihsiz bir algı yaratmaları çok komik ve çok üzücü. Bir art niyetim olmadığını şu birkaç sayfalık yazıda belki de onuncu kez yinelemek zorunda kalmam ise, paha biçilemez.

Son olarak beni epey şaşırtan bir kısma daha değinmek isterim: birçok kişi, kimliğimi açıklamadığım ve adımı gizlediğim için etik davranmadığımı ve bir bakıma ahlaksızlık yaptığımı söylemiş. Hatta beni sosyal medya platformlarında en çirkin siyasi güdümler ile gündem yaratmaya çalışan, amacı zarar verip insanları yanlış yönlendirmekten başka işlevi olmayan soytarı bile diyemeyeceğim zararlı bir takım unsurlara benzetmeye kalkışacak kadar –umarım ki kötü bir niyet gütmeden- haddini aşmış. Merakınızı gidermek adına şunu söyleyeyim: adım Muzaffer’dir efendim, -toprakları bol olsun- sevgili annem ve babam ilk doğan çocuklarına bu ismi koymayı uygun görmüşler. Soyadıma, Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarama, nüfus bilgilerimle birlikte iletişim kanallarımın bilgisine internetten ulaşabilirsiniz, zira aralarında bizlerin de bulunduğu elli milyon kadar seçmenin tüm bilgileri sızdırılmış durumda. Oradaki Muzaffer’lerden birisi benim. Yazdığım fikirlerden mi yoksa ismimin durumundan mı rahatsız olundu bilemeyeceğim, kaldı ki mahlas kullanarak yazmak eski bir gelenektir ve sebepleri tamamıyla özneldir. Aksi takdirde Sezai Karakoç’un, Mehmet Akif Ersoy’un veya Sait Faik Abasıyanık’ın hangi müstear(!) ve sakıncalı(!?) isimler ile yazılar yazdıklarını araştırdığınız takdirde, bu durumda ciddi bir ahlak yozlaşması olmadığını, gayet sıradan bir gelenek ve basit bir tercih olduğunu görürsünüz. Bu konuda biraz okuyup araştırmanızı, çirkin benzetmelerden de -statünüz, konumuz ve temsil ettiğiniz yüksek kültür adına- kaçınmanızı rica edeceğim. Takma isim arkasında insanlara hakaret eden, tehditler savuran, tahrik ve kışkırtmak gibi zarar vermeye yönelik eylemlerde bulunan kimseler için elbette ahlaki sorgulamalar yapılmalıdır. Mahlasa değil, mahlasın ürettiği içeriğin önemli olduğuna dikkatinizi çekmeyi bir görev addederim. Günümüz gazetecilerine gerçek isimleriyle belki de yalanları yazdıkları için kızdıktan sonra, takma soyad kullanarak fikirlerini beyan eden birisine çirkin yakıştırmalar yapmak kültür seviyenize yakışan bir hareket değildir. Şu konuda yazıyor olmak bile benim için zûldür. Saygısızlaşan ve sevimsiz yakıştırmasını yapmaya cüret edeceğim bir takım mesajlar atan değerli okuyucularımdan da rica edeceğim ki, lütfen çirkinleşmeyelim. Gün gelir, oturup yüz yüze keyifli ve uzun sohbetler gerçekleştiririz. Birbirimize karşı samimiyetle gülümseyebilecek yüzümüz olmalıdır, çünkü insanlık dediğimiz erdem, hele ki bir müzisyen için, müziğin de kariyerin de çok üzerindedir. Yazdıklarım munis ve alçakgönüllü olduğum için değil, tam aksine, insanlık adına bilgi ve erdem paylaşımı için çabaladığımdan ötürü naçizanedir.

Bir sonraki yazıma dek; birbirimizi düzgün okuyup anlamadan kırmamak, üzmemek ve gücendirmemek dileğiyle, esen kalınız.


Meraklısı için not: “İnternette bulabilirsiniz” dediysem sözün gelişidir, lütfen bilmediğiniz sitelere girip de güvensiz veritabanlarına bilgi vermekten kaçınınız, aman diyeyim. Saygılarımla...