Değerli sanatseverler,
Hatırlayacağınız
üzere, bu blog üzerinde yayınlamış olduğum ilk eleştiriyi harika bir resitale,
İvo Pogorelich’in 27 Şubat 2016 Cumartesi akşamı CSO’da vermiş olduğu konsere
ayırmıştım. 2017 yılının bu ilk yazısını da, tekrar Pogorelich gibi değerli ve
önemli bir müzisyene ayırabilmek, benim için büyük mutluluk ve çok güzel bir
tesadüf…
Diyebilmeyi
çok isterdim.
Bu
yazıyı, değerli müzisyen Pogorelich’in geçtiğimiz 18 Şubat akşamı Bilkent’te
verdiği konsere değil, bu konserle ilgili yazılmış olan bir eleştiriye ayırmaya
karar verdim.
Eleştirmenler
bilirler; bir eleştiriyi eleştirmek, eğer o eleştiri yüksek seviyeli ise
‘sanat’, düşük seviyeli ise ‘çöpçülük’tür. Beni mazur görünüz, bugün çöpçülük yapmaya
mecburum.
Bu
blog üzerinde yazmaya başlamadan önce, ülkemizdeki müzik eleştirisinin
zayıflığının, kalitesizliğinin ve amatörlükten de uzak bir ucuzluk ile
sürdürüldüğünün hepiniz gibi ben de farkındaydım. Mütevazı birikimimi,
insanları bu konuda aydınlatmaya çalışarak geliştirmeyi ve bildiklerimi
paylaşmayı arzulamıştım. Benim için en önemli şey bilgi paylaşımıydı, müzik
hakkında bilmediğim veya yanlış bildiğim onlarca şey varken, bu susuzluğu
gidermenin en zarif ve naif yolu müzik yazıları yazmaktı.
Bu
amacı gerçekleştirmek, hiç de göründüğü gibi kolay olmadı.
Karşılaştığım
büyük bir sorun vardı: yoğun bir bilgi kirliliği, tamamen çıkar ilişkisinin
merkezine oturtulmuş bir yaratıcılık - icracılık sistemi ve tamamen
bilgisizlikten kaynaklanan fütursuz bir despotluk ile bezenmiş son derece
problemli bir ‘camia’…. Rahatsız olduğum yanlışlıkları yazmaya gayret ettim, yapılan
hataları söylemeye çabaladım; amatörlük ile profesyonelliğin arasındaki ince çizginin aslında ne denli kalın
olduğunu anlatmaya çalıştım, fikirlerimi beyan ettim.
Sonuç
mu?
Tehdit
edildim; bana “Siz o sefil, aşağılık maskenizin ardından hiç çıkmayın, olur
mu?” diyebilecek kadar kendini bilmez, “İsimsiz yazıyorsun, reklam yapamayıp
batarsın burada, seni kim ciddiye alır?” diyebilecek kadar sası bir takım
palyaço yamakları ile muhatap oldum. “O yazılarını al da … sok” diyenlerden
tutun, “Sen de belli ki almışsın birilerinden parayı, kuduz köpek gibi rastgele
saldırıyorsun ona buna!” diyenlere kadar geniş bir yelpazeye yayılmış kendini
bilmez ‘öfkeli şirinler’ tarafından sevimsiz hakaretlere uğradım. Yaptıkları
işleri heyecanla övdüğüm kişilerin yazdıklarımın tek bir kelimesini bile
bilinçli olarak anlamamakta ısrarcı olduklarını görüp, söylemediğim ve bahsini
bile etmediğim cümlelerle ve sözcüklerle itham edildim, “Bu yaptığınız
terbiyesizliktir, ahlaksızlıktır!” veya “Ne diyor bu arkadaş ya? Övüyor mu
gömüyor mu anlamadım?!” türevi basit ve gülünç cümleler karşısında şaşkınlığımı
gizleyemedim...
Kısacası,
oldukça eğlendiğimi söyleyebilirim.
Çok
ilginçtir, bu cümleleri kurmuş olan kişilerin büyük bir kısmını profesyonel
müzisyenler oluşturdu; yani orkestra şefleri, koro yöneticileri, müzikologlar,
enstrüman sanatçıları ve konservatuvar öğrencileri… Son derece öfkeli sanat yazarları ve çok
sayıda sözde entelektüel müzikseveri de unutmamak gerek.
Güzel
geri dönüşler de gelmedi değil; cümlelerimin düşüklüğünü ve hatalı
kullanımlarımı sert bir dille eleştirip düzeltmeler öneren, eleştirilerimin
kendilerini gerçekten aydınlattığını söyleyen, temiz kalpli ve yürekten
eleştiriler sunduğumu ileten güzel insanlarla da karşılaştım. Bu yazılarımı
okuyan herkese müteşekkirim.
Sözü
fazla uzatmadan asıl meseleye gelmek istiyorum.
Yıllardır
yanlış ve eksik bilgileriyle sözde eleştiriler yazan, bu blog için seçmiş olduğum
ismin de ilham kaynağı olan çok muhterem Şefik
Kahramankaptan beyefendinin, geçtiğimiz 18 Şubat akşamı İvo Pogorelich’in
Bilkent senfoni Orkestrası’nın solisti olduğu konser ile ilgili kendi
kültür-sanat portalında yazdığı bir eleştiriyi okudum.
O
yazı için eleştiri dediğime bakmayın, uygun bir sözcük bulamadım.
Geçtiğimiz
yılın Şubat ayında ünlü müzisyen Pogorelich’in Ankara’da vermiş olduğu
resitalle ilgili bir yazı yazmıştım. Arzu ederseniz, bu yazıyı bulup
okuyabilirsiniz. Ancak size tavsiyem, şimdi yazacaklarımı okumadan önce Kahramankaptan
beyefendinin 18 Şubat konseriyle ilgili yazısını okumanız.
“Efsane’nin
Yaşadığı ve Yaşattığı Dram…”
Muhterem
beyefendi eleştiri konusunda ne kadar başarısız olsa da, sayfasının tıklanma
sayısını artıracak olan yolları her zaman çok çok iyi kullanmıştır, bu konuda
yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım… Bakalım Pogorelich, o akşam dinleyiciye
ne tür bir dram yaşatmış:
- Büyük bir soliste yakışır şekilde hareket etmeyerek eseri notayla çalmış,
- Dinleyicinin ısrarlı alkışlarına rağmen bis yapmamış ve başkemancının elini sıkmamış,
- Dinleyici salona girmeye başladığında onları umursamadan hala salondaymış, üstüne üstlük bu yetmezmiş gibi orada bir de prova yapıyormuş; bu sırada kafasında bir bere ve belinde bir battaniye varmış,
- Konçertoyu çok forte icra etmiş, tuşesi çok sertmiş ve konçertoyu ‘paldır küldür’ çalmış.
Buradaki bilgisizliğe diyecek tek kelime
bulamıyorum. Solistin konser vereceği piyano ile prova yapmak istemesi, bu
provanın saatlerini kendisinin belirlemesi ve provayı ister çıplak ister
giyinik yapması, o kişinin doğal ve yasal hakkıdır. Sonradan görmüşlükle
değerlendirmeye kalktığınızda böyle gülünç tespitler çıkıyor ortaya.
Ayrıca bir eseri ezberden çalmak, her ne zaman
ki büyük bir soliste yakışır bir hareket olarak tanımlandıysa, konser sonrası bis
yapmamak da herhalde o zamanlarda saygısızlık çerçevesine girdi… Solist bis yapmayabilir; solistin işi,
oraya dinlemek için geldiğiniz eseri size icra edip oradan ayrılmaktır. Bu insanlar
müzisyen, bizleri eğlendirmek için kiralanmış birer soytarı değiller! Aksine,
bizlere estetik anlamda bir şeyler katabilmek için oradalar! Sanıyorum ki, muhterem
beyefendi bu konuda bilhassa hassas bir insan olan Pogorelich’i, kendi
alışkanlıkları ile müsemma, bir konserde yerli - yersiz onlarca bis yapan bir
takım eğlenceli piyano icracılarıyla karıştırdı sanırım.
Bir başka yazar da piyano sandalyesini hafifçe
piyanoya doğru itmesine takılmış…
Ne desek boş.
O hareketin anlamını ben söyleyeyim size; ‘başka
bir eser çalmayacağım’ demek istiyor, bunu da son derece mütevazı şekilde
yapıyor. Ülkemizin bir takım sözde icracıları, biz zavallı dinleyicileri yıllar
boyu müzik yerine şov yaparak tepine tepine tükettikleri için bu hareketler alışkanlık
oldu herhalde. Halbuki sahneye çıkıp el işaretleriyle sırıtarak ‘yok,
çalmayacağım’ deseydi, bir sahne insanına yakışır
şekilde ne kadar da sempatik ve profesyonel
gözükecekti değil mi? Gerçek görgüsüzlüğü görgü diye bilmek de bambaşka bir
alışkanlıktır. Ne demişler, alışmış
kudurmuştan beterdir.
Tüm bunlarla birlikte, Şefik bey neredeyse her
yazısında verdiği çok önemli ve nadir bilgileri bu yazısında da sakınmamış
okuyucudan; mesela Pogorelich’e sayfa çevirenlerin isimlerini bildirmek gibi…
Soliste sayfa çevirenlerin adı eleştiri okumak isteyen insanları ne için
ilgilendirsin, açıkçası bilemiyorum. Basit bir örnek vermek gerekirse: bir maç
sonrası golü atan oyuncunun adı ile top toplayıcının da adı veriliyor mu?
Veriliyorsa eğer, lütfen beyefendiyi uyarınız;
bundan sonra organizatörlüğünü yaptığı konserlerde bir de top toplayıcı
bulundursun salonda, ne olur ne olmaz.
Konçerto konusuna değinmiyorum bile. Şu cümleyi
tekrar okumanız bile aslında beyefendinin eser ve stil hakkındaki engin ve
derin bilgisini gözler önüne sermeye yeterli:
“Schumann’ın
özellikle ikinci bölümü romantik duygularla yüklü eseri böyle mi çalınmalıydı?”
Romantik duygulardan kastı ne bilemiyorum; ancak
eser ile ilgili ne teknik, ne de müzikal olarak yeterince’nin ‘y’si kadar bilgisi olmadığı aşikâr.
Kaldı ki, tanıdığım kadarıyla kendisi Schumann’ı Brahms’tan, Brahms’ı
Chopin’den, Skryabin’i Bach’tan başkalarının yardımı olmaksızın ayırt
edemiyordu. Beyefendinin bu konuda yeterli bilgisi olsa, büyük ihtimal bir
şeyler karalayabilecek şansı olurdu. İcracının yorumunu müzikal olarak
eleştirebilirdi; gerekirse besteciyi de eleştiriye dahil eder, estetik bir karşılaştırma
yaparak veri elde ederek hepimizi bilgilendirebilirdi.
Heyhat!
O sahnede müzik yapan bir insanın özel
hayatıyla ilgili acemi bir paparazzinin bile dile getirmekten imtina edeceği
fütursuz tespitlerde bulunmak ne zamandan beri müzik eleştirmenliği
oldu?
İşte tam da bu noktadan sonra işler iyice
çığırından çıkıyor…
Muhterem beyefendi Pogorelich’i şu noktalar üzerinden eleştirmeye başlıyor:
- Kendisinden yaşça büyük olan piyano öğretmeni Kezeradze’ye aşık olması,
- Kezeradze’nin kim bilir hangi dürtülerle çocuğunun babasını boşayıp Pogorelich’le evlenmesi,
- -Annesi Sırp olmasına rağmen babasının Hırvat kökenini ‘aidiyet’ kabul edip Hırvat vatandaşı oluşu ve bu bağlamda annesine uzak olduğu çıkarımı nihayetinde eşini annesi yerine koyması,
- Kayıtlarda yaşayan adının arkasına sığınması ve göstermelik toplumsal projelerle adından söz ettirmeye çabalaması,
- -Tamamıyla ‘teatral’ olduğu izlenimi verilen hüzünlü bir ego…
Bu ikinci kısım baştan aşağı saygısızlıktır.
Biri günümüzün yaşayan en önemli müzisyenlerinden,
diğeri ise zamansız vefatıyla büyük üzüntü yaratan çok değerli bir piyanist ve
öğretmen olan bu iki insanın özel hayatı, birbirlerini sevmeleri, evlenmeleri
ve ilişkileri sadece onları ilgilendirir. Kahramankaptan,
haddini fena halde aşmıştır.
Neymiş; Kezeradze kim bilir hangi dürtülerle
bu aşka karşılık vermiş ve çocuğunun babasını boşamış…
Kim
bilir hangi dürtülerle…
Size
ne efendi?
Sizi ne ilgilendirir, okuyucunuzu neden
alakadar etsin böyle hassas ve mahrem bir konu?
Ayıptır… Zavallı solisti geçtim, kendi okuyucunuza
saygısızlıktır bunları konu etmek... Kalite
bu denli düşürülebilir mi? Ülkemizin en büyük toplumsal problemidir bu kafa
yapısı: kişinin işi ve ortaya koyduklarıyla değil de özel hayatıyla, kimle aşk
yaşadığıyla, hatta dürtüleriyle ilgilenmek… Tek
kelimeyle iğrenç ve çağ dışı. Müzik eleştirisinin vurduğu en dip nokta
olarak, müzikoloji ve müzik yazarlığı bölümlerinde örnek gösterilmesi gereken bir
yazımız da oldu böylece.
Mesleğinde
profesyonelliğe ve iyi niyete değer veren bir insanın böyle bir saygısızlık
sonrası okuyucularından özür dilemesi gereklidir.
Ancak böyle bir af dileme ile
karşılaşacağımızdan şüpheliyim.
Bu hadsizliği ve saygısızlığı yapan kişinin özel
bir kuruluşta konser direktörü olarak görev yapması ise apayrı bir
ironi.
Aslında tüm bu kalitesizliğin sebebi çok basit
ve çok açık değerli okuyucular: bilgisizlik ve kültürsüzlük. Bilgi ve görgü
olmayınca başka ne yazacak bu beyefendi? Dürtülerden ve ucuzlaştırılmış aşk hikâyelerinden
bahsedecek elbet. Daha da utanç verici olan, belirli bir bilinç ve adap sahibi hiçbir müzisyenimizin bu tür
hadsizliklere ve ucuzluklara sesini çıkarmıyor oluşu. Bu sessizliğin
sebepleri de aşikâr, ancak bir başka yazının konusu…
En gülünç tespit de yazarımızın şu iddiası:
Pogorelich eski kayıtlarının ve güya göstermelik toplumsal projelerin arkasına
sığınıyormuş.
Muhterem Şefik beyefendinin göstermelik
toplumsal projeler konusunda uzmanlaşmış bir güruhu temsil ettiğini
hatırlatırım. Dünya üzerindeki hiçbir müzik eleştirmeninin kendi
sitesinde/köşesinde konser direktörlüğünü yaptığı kuruluşun biletlerini “Son bilmemkaç bilet!” türevi ucuz reklamlarla
satmaya çalıştığını görmedim. Vefat etmiş değerli bir insanın ardından yazdığı
yazının sonuna kitaplarının satıldığı internet dükkanının adresini sıkıştıranı
da görmedim. Eleştirisini yapacağı resitale gelip bağıra bağıra “Kaşesi ne kadarmış bunun?” diye etrafa
soru sormak ne kadar ayıpsa, sanatı ticarete dökmüş oluşumlarla bu denli içli
dışlı olup başkalarını suiistimal ile suçlamak da o denli çirkindir. Konser
düzenleyen kuruluşların muhasip üyeleri bile yüksek sesle konuşmazlar bu ‘kaşe’
konusunu.
Nedeni şudur: mesleki etik.
Burada bir parantez açmak gerekiyor: mesleki
etik önemlidir. Sanıyorum ki bu beyefendinin konser direktörlüğü görevi
yürüttüğü Erimtan Grubu, Ankara’nın
köklü sanat çevresine sağlıklı bir katkı yapmayı hayal ediyor ve bunun için çabalıyor. Hayal ediyor diyorum,
çünkü ciddi ve sağlıklı bir katkı hedefiniz var ise, birlikte çalıştığınız
insanları özenle seçmeniz gerekir. Müziğe ve müzisyene yaklaşımı bu şekilde
olan bir kişiye konser direktörlüğü gibi saygın bir görev vereceksiniz,
ardından sanat yaşamına katkı sağlamayı misyon
edineceksiniz… Geçiniz.
Asıl konumuza dönersek: bilmeyenler ve
unutanlar için Pogorelich’in göstermelik
olarak ne yaptığını, nelerin arkasına sığındığını
da hatırlatayım izninizle: ülkesi iç savaş ile yerle bir olurken; bir takım ‘sözde
sanatsal özde ticari’ kuruluşun ardına saklanıp, savaşı da etiket olarak
kullanıp kendi reklamını yapmak yerine sahnelere çıkıp konserler vermiş,
işlenen savaş suçuna ve katliama dünya kamuoyunun dikkatini çekmiş ve savaş mağdurları
için yardım toplanmasını sağlamıştır. Bunu yapmayı o kadar uzun süre
sürdürmüştür ki en sonunda ağır bir depresyon geçirmiş ve neredeyse müzik
yapamayacak hale gelmiştir. Soracak olursanız eğer, girdiği depresyonun sebebi romantik duygular sonucu gelişen konser
yorgunluğu değildi, ülkesinde on binlerin vahşice katledildiği büyük bir iç
savaşın çöküntüsüydü. Daha acı olan ise, Pogorelich hiçbir röportajında bu
yaptıklarından ve o dönemden uzun uzadıya detaylarıyla bahsetmez, bu trajik
etkinliklerini etiket olarak kullanmaya kalkışmaz. Bu yüksek duruşu bizim paparazzi-eleştirmenlerimizin
ve genç müzisyenlerimizin anlaması, içerisinde bulundukları ahval
ve şerait nedeniyle maalesef imkânsız.
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” diyerek
kastettiği de, herhalde şahsının etiketlere
ve gösterişe verdiği değer ile ilintili. Bunca eleştiri ahlakına aykırı
kalitesiz unsurdan sonra, bari böylesi derin çelişkilere düşülmese…
Ayrıca Pogorelich’in annesine uzak olduğu için
değil, o korkunç iç savaşın sebeplerine olan kızgınlığı sebebiyle Hırvat
vatandaşlığını seçmiş olması, kendisinin karakteri ile ilgili belki bir fikir
verebilir. Bu çabayı yıllar boyu sürdürebilecek denli iyi kalpli bir insanı
maalesef kendi ülkesinde bulamayacak bir beyefendinin, kalkıp da bu konuyla
ilgili başkalarını ‘etiket’ savı ile itham ediyor olması çok gülünç. Şimdi bir
kez daha sorun kendinize sayın Kahramankaptan
beyefendi: hüzünlü ego’dan kastınız, savaşın
içerisine korkusuzca girip insanlara yardım etme çabasının getirdiği yorgunluk
olabilir mi?
Kendileri bunun cevabını yakın tarih ile ilgili
basit okumalar yaparak verebilirler. İnsanın, bilhassa bir sanat
eleştirmeninin, en başta kendisine saygılı olması gerekir.
Kendisine tavsiyemdir.
İşte sevgili sanatseverler, ülkemizdeki müzik
eleştirisinin seviyesini açıkça gösteren harika bir yazı var karşımızda…
Solistin yorumuyla ilgili teknik ve müzikal
olarak adam akıllı tek bir cümle bile yok. Çünkü bunu yazan beyefendinin ne
eserle, ne müzikle ne de sanat ile ilgili tek bir fikri bile bulunmamakta.
Zamanında bir orkestranın üyeleriyle girdiği anlamsız ve gereksiz bir tartışma esnasında,
orkestra sanatçılarının kendisine “nota
bile bilmiyorsun, solfej bile okumamışsın, kalkıp eleştirmenlik yapıyorsun”
demesi üzerine çok üzülüp öfkelendiğini hatırlarım. O esnadaki laf anlatma
gayreti, gerçekten de takdire şayandı! İyi bir eleştiri için bunlara gerek
olmadığını söylemiş, elinden geldiğince bu fikri savunmaya çabalamıştı.
Haklıydı!
Ancak kendisinin eleştirmenlik kariyeri boyunca
kaçırdığı öyle bir nokta vardı ki; Nitelikli bir eleştiri için o konuyla ilgili
derin
bilgi, kültür, görgü ve tüm bunlarla yoğurulmuş üstün bir estetik kaygı
gerekir. Salt magazin gazetecisi kimliğiyle büyük müzik eserleri ve
bunları icra eden müzisyenler eleştirilmeye kalkışıldığında komik durumlara
düşersiniz, sanattaki eleştirel kaliteyi düşürürsünüz, müzik sanatını basit bir
tüketim malzemesi haline getirip değersizleştirirsiniz.
En kötüsü de temiz bilgiye ihtiyacı olan
müziksever insanları yanlış bilgilendirirsiniz.
Belirtmeden geçemeyeceğim: Bu noktada en
acınası durumda olanların bu tür paldır küldür yazıları yazanlar
olmadığını unutmamak gerekli. Bu utanç merdiveninin en alt basamağındakiler; bu
tür magazin gazetecilerine sırf kendi çıkarları ve reklamları için prim
vererek bunları birer müzik otoritesi haline getiren profesyonel
müzikçilerdir ne yazık ki. Bu konuyu da başka bir yazıda ele almak,
artık elzemdir.
Tüm müzik yazarlarımızın ve eleştirmenlerimizim
kendilerini en kısa sürede toparlamalarını ve bu güzel sanatın icracılarına ve sanatseverlere
saygı göstermelerini, naçizane salık veririm.
Bir başka yazıda görüşünceye dek esen kalınız…
Muzaffer
Musikioğlu
Notaya bir an bile baktığı yoktu Pogorelich'in... şahsi kanaatim besteciye saygısından böyle yaptığı, Sviatsolav Richter'in geç dönemleri gibi... Sonuçta bunlar iki haftada zor konçertolar öğrenip ezberleyen insanlar, o nedenle nota koymak oraya kesinlikle hazırlıksızlık değil bence. Bis konusunda ise, kuliste Pogorelich'in dediği şuydu: "Orkestra ile çaldığımda bis yapmıyorum, insanlar beklerken rahatsiz olabiliyor..." Ah ne kadar duyarsız biri ! Ne büyük bir ego...
YanıtlaSilMuzaffer bey, şu eleştirmenlik denen iş, eminim siz de biliyorsunuzdur, Fransa'da özellikle ciddiye alınır. Mesela Pierre Petit, Nadia Boulanger gibi devasa sanatçılar ile 'Prix de Rome' denen ödüle layık görülmüş bir şef ve kompözitör yaparmış. Bir kere merak edip okumuştum bir eleştirisini, ulaştığı edebi mükemmeliyeti geçtim, teorik bilgisi de müthiş bir duyuş ile birlikte sözcüklerinden resmen taşıyordu. Bu iş böyle yapılmalı demiştim kendi kendime...
Şefik Bey'in yazısını görünce elbette birçoğumuz gibi ben de küplere bindim. Düşüncelerimi, düşüncelerimizi bu denli güzel yansıttığınız için size en sıcak teşekkürlerimi iletmek istiyorum.
İlk kez fikirlerinizi ilettiğiniz yazınızı okuma olanağı buldum. Keşke çok önce sizi tanısaydım. Bulduğum her konser ve operaya giden biri olarak hep aklı başında eleştiri aradım ama bulamadım. Bu sene konservatuar öğrencilerine bilet hediyesi karşılığında eleştiri yazmalarını istedim, ilk iki eleştiri gözlerimi açtı. Bu eleştirinize konu olan olay ile ilgili bir yorumum var. Yazılanları müzik eleştirisi olarak görmeğe olanak yok sadece müzik magazin haberleri. Tabii dediğiniz gibi dizikolik ülkemizde müziğinde magazini bu kadar oluyor. Her konser sonrası eleştirilerinizi arayacağım. Esenlikler dilerim.
YanıtlaSilSaygılarımla
arada bazı doğrular serpiştirilmiş ama genelinde çok haksız insafsız bir eleştiri..Eleştiri yapabilmek için nota bilmek değil eseri iyi 'bilmek' yani referans yorumlarla karşılaştırabilmek önem taşır.Nota bilmek suçlaması çok yersiz.O zaman Mahler senfonisini nota bilmeyenler dinlemesin anlamazlar mı diyeceğiz.Ayrıyeten Şefik Bey'in müziğin dışına çıkarak solisti tanıtmak amacıyla verdiği bilgiler de çok normal ve gerekli.Teknik bilgiye boğulmuş kuru bir eleştiri yazısı zaten müzikten anlamayan insanlarımızı ilgilendirmez ve yazıyı okunmaz kılar.Şefik Bey'in çıkardığı CD'ler türk müziğine yaptığı çok önemli bir hizmettir.Muzaffer bey yiğidi öldürüyor ama hakkını vermiyor.
YanıtlaSilBir konuda fikir yürüten herkes eleştirilebilir elbette.Ancak...eleştiriyi eleştirirken ölçünüz hakaret çizgisini de aşmış Sayın Musikioğlu.
YanıtlaSilEn büyük hatayı ıskalamışsınız. Şefik Kahramankaptan'ın yazısında Pogorelich "Pogolerich" olarak geçiyor :) Hatta eleştirdiğiniz yazıdan bir hafta sonra bile http://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/sefik-kahramankaptan/ivo-pogolerich-kullerinden-yeniden-dogarken/908/ Çok doğru noktalara parmak basmışsınız, tamamen haklısınız. Özellikle bu ezbere çalma ve bis fetişizmine ben de bir anlam veremiyorum. Teşekkürler, yazmaya devam edin lütfen.
YanıtlaSil