28 Şubat 2016 Pazar

Ivo Pogorelich'in Ankara ile İmtihanı ve Eleştirilerden Yansımayalar...


Çok sevgili ve değerli okuyucular,

Yeni ve naçizane bir yazıyla hepinizi selamlıyorum. Önceki yazımda da belirttiğim gibi, zaman zaman fikirlerimi sizlerle paylaşma mutluluğunu yaşayacağım.

Bir süredir evden çıkma ve çalışma şansı bulamıyorum. Hayatım boyunca peşimi bırakmadan ara ara misafirim olan çok sevgili rahatsızlığımla tekrar buluşmak durumunda kaldığımdan, haliyle birçok etkinliği üzülerek de olsa kaçırıyorum. Rahatsızlıklar insana aittir ancak kadim ve acı söyleyen bir dost gibiyse bu illet, biraz farklı düşünmeye başlıyorsunuz; fikirleriniz, prensipleriniz, dünya görüşünüz... Her biri yavaş yavaş değişime uğruyor, her bir yaşanmışlığı ‘tecrübe’ değil de ‘eleştiri’ olarak özümsemeye başlıyorsunuz, ister istemez... Belki de yazma isteğim, fikirlerimi paylaşmak istemem, dilimin ve kalemimin sivri oluşu bu yüzdendir, bilemiyorum. Affınıza sığınırım.

Çalakalemi burada kesip asıl konumuza dönelim. 27 Şubat Cumartesi akşamı Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunun özel bir konuğu vardı: çok çok değerli bir oluşum olan Altus Kültür-Sanat Vakfı’nın düzenlediği Ankara Piyano Festivali kapsamında bir resital vermeye gelen, ünlü Hırvat piyanist Ivo Pogorelich... Evden çıkmak için harika bir sebepti ve uzun zamandır bu dinletiyi bekliyordum. Bir döneme kayıtları ve canlı performanslarıyla resmen damga vurmuş bu büyük müzisyeni, salondaki dinleyicilerin çoğunluğunun aksine iyi veya kötü hiçbir beklentiye girmeden, sadece ve sadece dinlemek amacıyla geldim. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da vermiş olduğu resitalin canlı dinleyicilerinden biri olarak, salondan yine mutlu şekilde ve gülümseyerek ayrıldım.

Pogorelich’in hayatı boyunca istisnasız her müzik eleştirmeninin veya sanat meraklısının gözünde Hollywood’dan fırlama bir yıldız kalıbına sokulma çabalarıyla boğuştuğunu söylemek abes olmaz. Elendiği yarışma sayesinde meşhur olması, kendisinden yaşça çok büyük olan hocasına âşık olması, onunla evlenmesi ve onu sancılar içerisinde kaybetmesi, ülkesinin iç savaş ile yerle bir olması, tüm bunların ardından yaşadığı ağır psikolojik çöküntüler, fizyolojik rahatsızlıkları, uzun zaman sahneden kopuşu... Böylesi bir hayat, senarist ruhlu gazetecileri ve hayal gücü yüksek dinleyicileri kuşkusuz ciddi şekilde etkilemiştir. Kimisi, eşini ve akıl hocasını kaybettikten sonra çıldırdığını; kimisi, ün ve şöhret sarhoşluğu yüzünden aşırı şımarıp küstahlaştığını; kimisi de sırf ilgi çekmek için eserlerde yaptığı yapay ve çirkin farklılıklar ile dikkat çekmeye çalıştığını söylüyor. Kendi halkı ise, sırf iç savaşın yaraları birazcık olsun sarılabilsin diye genç yaşında o sahneden bu sahneye koşan, türlü arabuluculukların ve yardım etkinliklerinin ayağı olma gayretiyle kendini tüketen bu güzel müzik insanını kayıtsız şartsız, en çok da yaptığı ‘cennetten çıkma güzellikteki müzik’ için seviyor. Ülkesi aynı duruma düştüğünde Pogorelich’in gösterdiği çabayı alın terinde hissedecek veya yaşadığı acıyı kalbinde taşıyacak aynı kalitede ve cesarette bir müzisyen söyleyin desem; cevap yelpazeniz, bir iki tane adı büyük meşhur yarışma kazanmış yeni yetmeden veya bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda reklam harikası solist ile sınırlı kalır ne yazık ki. ‘Acaba konser başına ne kadar kazanıyor’ diye merak edenleri ise buradan gülümseyerek selamlamayı bir görev addederim.

Konser için seçtiği programın oldukça dengeli olduğunu düşünüyorum. İlk eser, Beethoven’ın op.54 Fa majör sonatıydı. Beethoven’ın tematik kontrollü bir geliştirmeden çok, serbest ve varyasyona dayanan bir yazı kullandığı bu güzel ve naif sonatı seslendirmenin çok kolay olmadığını söylemek gerek. Kaldı ki, Pogorelich’in en çok eleştirildiği nokta da burada yatıyor. İyi kötü Beethoven’ın eserleri hakkında bilgisi olan dinleyiciler, eserin yorumundan rahatsız olduklarını dile getirdiler. Kimi eleştirmenler de, yorumun oldukça abartılı ve saldırgan –affedersiniz, agresiv- bulmuşlar. Kontrastların abartıldığı bir ilk bölüm ve sağ pedala boğulmuş bir ikinci bölüm dinlediklerini inkâr etmek doğru olmaz. Ancak Beethoven’ın temelde stil olarak Haydn’dan etkilendiğini, yazıda ise Bach’ın oğullarından besteci ve organist Wilhelm Friedemann Bach’tan çok şey aldığını bilmeyen kişilerin, abartılan zıtlıklar hakkında yorum yapmasını abartılı bulduğumu söylemeliyim. Haydn’ın ‘tavan ve taban’ dinamik anlayışını, Beethoven’ın en çok da senfonilerinde duyduğumuzu hatırlatmak isterim. Sadece Beethoven değil; Schubert’ten Saint-Saens’a, Schumann’dan Prokofyef’e tüm büyük besteciler, büyük üstat Haydn’dan ufak da olsa izler taşırlar, özellikle de stil bütünlükleri ele alındığında. Beethoven’ın küçücük bir yaştayken Mozart’ın dikkatini aşırı zıtlıklar kullanarak yaptığı abartılı bir icra sayesinde çektiğini de hatırlatmak isterim.

Bu saldırgan ve abartılı yorumu Schumann’ın Toccata’sında da hissedenler olduğunu duyduğumda, hepten sırıtmaya başladığımı da eklemem gerek sevgili okuyucular. Toccata türünün ne olduğu ve genel yapısıyla ilgili gereksiz ayrıntıları bir kenara bırakırsak, bestecinin meşhur piyano konçertosundaki duygu yoğunluğunu ve dramatik patlamaları, sonatlarındaki keskin dinamik mizacı, senfonik yapıtlarındaki artiküle yazıyı anımsamadan böyle bir fikre kapılmak oldukça ilginç doğrusu. Saldırganlık, abartılı yoğun duygular, patlayan dinamikler ve Schumann... Bu çerçevede düşündükçe, Pogorelich’in yorumunun uçlarda olduğunu söylemek güç, efsanevi veya sıra dışı olduğunu söylemek ise gerçekten imkânsız. İki forteyi gerçek hacmiyle duyurabilen bir piyanist duyduğunda buna agresiv yakıştırması yapmak da, herhalde biz çokbilmiş müzik dinleyicilerine mahsus bir durum. Sıradan bir yorum tanımı oldukça haksız olacağından, Pogorelich’in teknik olarak son derece sıkıntılı olan bu eseri başarılı ve standartlara uygun şekilde yorumladığını söylemek gerek. 

İlk yarının son eseri, Debussy’nin sıkça çalınan ve inanılmaz güzellikteki piyano eserlerinden biri olan Pour le Piano adlı süitiydi. Pogorelich’in kusursuz tekniğini 19. yüzyıl sonu Fransız müziğinde ne denli ustalıkla kullandığını meraklı dinleyiciler gayet iyi bilirler. Muhteşem Ravel yorumları, Benedetti Michelangeli’nin altın değerindeki performanslarıyla birlikte belki de son elli yılımızın kaydedilmiş incilerindendir desem, hiç de abartmış olmam sanırım. Süitin özellikle de yavaş bölümlerinde sunduğu renkler ve müziğin kendi akışı içerisinde bükülen bir tempo anlayışı, eserin zarafetini ve bestecinin usta işi kuyumculuğunu kat be kat artırdı. Debussy’nin yazısındaki geniş ve paralel akorları, sürekli modal çerçeveye kayan dengesiz bir tonal merkezin tam kalbine oturtabilmek için, katman katman renk sunabilecek bir iç duyuşa ihtiyacınız vardır. Bu muazzam renk sunusunun, sadece tuşe ve parmak tekniğiyle verilebilmesi imkânsız. Piyano icrasındaki en büyük incelik de burada yatar zaten: “Ne duyuyorsan, onu duyurursun...”

Pogorelich ikinci yarıda, İspanyol besteci Granados’ın 12 İspanyol Dansı’ndan üç danslık bir seçki seslendirdi. Bestecinin kendi dönemindeki yoğun yazı anlayışından sıyrılıp tamamen halka ve günlük yaşama ait sahneler sunduğu bu değerli yapıt, Pogorelich’in ellerinde zaman zaman kontrollü olarak sönen, zaman zaman da kontrolsüzce güneş gibi parlayan bir dinamiğe dönüştü. Özellikle son bölümdeki festival çağrısında, piyanist tüm fiziki ve bilişsel gücünü kullandı desem yeridir! Ve o renkli, coşkulu kutlama atmosferi için olması gereken de kanımca budur. Bu bölümdeki nüansları da abartılı bulduğunu söyleyen birkaç dostum adına, uzun süredir gerçek anlamda müzik yapmayan bir müzisyen dinledikleri için sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Böylesi trajikomik durumlarda fikrim sorulduğunda, konuşmayı oldukça zor buluyorum. Çaldığı ezgilerin karakterine ve tınısına aldırmadan, dinleyicilerine sadece ‘Aman Tanrım, ne kadar da yumuşacık ve temiz bir tuşesi var’ dedirtebilmek için kendi hayatını -ve bizlerin kulaklarını- karartan onlarca piyanist görmüş bu memleketin naçizane bir evladı olarak, en iyi yaptığım şeyi yaptım ben de: yalnızca gülümsedim.

Konserin son eseri, büyük Rus besteci Rahmaninof’un 6 Moments Musicaux adlı güzide müziğiydi. Eser için söylenecek şey çok ancak bestecinin tüm eserlerinde olduğu gibi, şu ettiğimiz basit cümlelerin gereksiz kalacağına eminim. Neredeyse her kariyer sahibi piyanistin diskografisinde ve repertuvarında bulunan, konservatuvarlarda etüt niyetine çaldırılan, bestecinin en bilindik eserlerinden biri olan bu üç bölmeli orta büyüklükte formlara sahip prelüdlerin Pogorelich’ten yorumu başlarda alışılmadık gelebilir. Eseri bilen dinleyicilerin en çok yaptığı yorum, ‘farklılaşmak için eserde saçma sapan şeyler yaptığı’ idi. Pogorelich’in eseri yorumlarken nüanslardan çok tempolarla oynadığını söylersem hata etmiş olmam. Piyanist, eserin ilk bölümünde, farklı periyodlarda farklı tempolar alarak ana ezginin her gelişinde yoğun bir dramatik etki yarattı. Aynı cümleleri, eserin beşinci bölümü için de söyleyebiliriz. Aslında aldığı tempoların abartılı derecede yavaş olduğunu söylemek yanlış olur, zira tempoyu kâğıt üzerinde yazan rakamlar değil, bestecinin duyguları belirler. İkinci bölümdeki yoğun ve karmaşık duyguları, hiç biri birbirine eşit olmayan periyodik dalgalar ve sürekli değişen nüanslarla vermesi, parçanın bütünlüğünü bozmak bir yana, tam aksine eserdeki soğuk ateşin ve ihtirasın öne çıkmasına yardımcı oldu. Üçüncü bölümde son derece ağır bir tempo alması, bu bölümdeki kederi ve cenaze havasını, daha doğrusu ölüm fikrini pekiştirdi. Ancak tempodaki yoğun dalgalanışın, ezgi akışında biraz sıkıntı yarattığını da düşünmeden edemedim. İnsan cenazede, belki de son yolculuk olduğundan mıdır bilemiyorum, düzenli ve oturaklı, insanın kalbini kendine uyduracak denli etkileyecek adımlar bekliyor. Dördüncü bölüm ise bu altı parçanın belki de en meşhuru. Bölüm, Chopin’in ünlü İhtilal Etüdü ile en çok bağdaştırılan eser olabilir. Yapısal ve duygusal olarak benzeşmeleri bir yana, Chopin’in etüdüne göre çok daha tok, ustalıklı ve oturaklı bir yazı, geniş bir armoni ve tını yelpazesi sunan bu bölüm, konserdeki zirve noktaydı denebilir. Pogorelich, kendi duygu akışı içerisinde dalgalanan tempo anlayışını bu bölümde de sürdürdü. Son bölüm ise, bir resitali zirvede sonlandırmak için gereken tüm niteliklere sahip kusursuza yakın ve güçlü bir icraydı.

Pogorelich’in müzikal anlayışının zaman içerisinde değiştiğini söylemek hem doğru hem de yanlış olabilir. Her genç solist, hamilerinin isteklerini kusursuz yerine getirmek amacıyla kendi müzikal isteklerine ve yorum iradelerine sıklıkla ket vurmak zorunda kalıyor. Müzik dünyasının ikiyüzlülüğü de tam buradadır zaten: keskin bir farklılık arzulayıp sunduğunuzda, eğer yirmili yaşlardaysanız küstah ve bilgisiz; kırklı yaşlardaysanız usta ve sıra dışı; altmışlı yaşlardaysanız delirmiş ve bunak olursunuz. Müzikte önemli olan tek şey, resitalde notayla çalmak, tempolarla oynamak, nüansları abartmak değil de sadece gerçek duyguyu vermek ise, o halde tekrar düşünmemiz gerektiği konusunda ısrarcıyım. Tüm bu eleştirileri sunan dinleyicilerin, konserin arasında veya sonrasında parıldayan gözleri ve ses tonlarına –olumlu veya olumsuz- yansıyan heyecanları her şeyi açıklamalıdır diye düşünüyorum. Akademik bir eğitim almak ile müzikteki gerçek duyguları vermek arasında yalnızca teknik bir bağ kurulabilirken, gerçek duyguları alıp bunu akademik bir çerçevede yorumlamaya çalışmak arasında ne tür bir bağ kurulabilir, gerçekten bilemiyorum. Ancak bildiğim tek bir şey var: Pogorelich gibi sadece anı yaşayabilen, o anın içerisinde müzik yapabilen müzisyen sayısının yeryüzünde çok çok az olduğu. O sebeple ne akla hizmet bu kadar uzun uzadıya yazdığımı bile bilemiyorum. Dedim ya, sona yaklaştıkça ta içimizde bir paylaşma isteği uyanıyor sanırım, doğamız gereği. Bu gerçek duyguları bizlerle paylaşma cesareti gösterebildiği için Pogorelich’e müteşekkir bir biçimde ayrıldım salondan. Gülümseyerek, mutlulukla.

İşte, bir insanı gülümsetebilmek aslında bu kadar zor.

Bir sonraki yazıya kadar, sizleri saygıyla selamlıyorum...

1 yorum: