9 Nisan 2016 Cumartesi

Kehanetle Açılan Bir Festival ve Madalyonun Yansımayan Yüzü



Değerli okuyucular,

Bu naçizane eleştiriye, yazılarıma verdiğim uzun aralar sebebiyle affınızı rica ederek başlamak isterim. Malum rahatsızlığımdan ötürü çok fazla çalışma fırsatı bulamadığımdan bahsetmiştim. Fakat 33. Uluslararası Ankara Müzik Festivali’nin açılış konseri, rahatsızlığın bile bahane edilemeyeceği son derece önemli bir konserdi benim için. Ülkemizin son yıllardaki en önemli kazançlarından biri olan Ankara Gençlik Senfoni Orkestrası (AGSO), Ankara’nın değerine değer katan bu önemli festivalin açılış konserini üstleniyordu. Gitmemek, dinlememek, bu mutluluk ve gururu yaşamamak olmazdı. 

Başlamadan belirtmeliyim ki, bu yazımız iki kısımdan oluşacaktır: ilk kısım madalyonun ön yüzüdür, ikinci kısım ise arka yüzü... Arzu ederseniz eğer, “yansıyanlar” ve “yansımayanlar” başlıkları altında da ele alabilirsiniz.

Öncelikle madalyondan yansıyanlara bakalım isterim:

AGSO, şef Orhun Orhon’un çabalarıyla kurulan, toplama bir orkestra. Aklınıza Güney Amerika menşeili bir bölge eğitim sistemi veya bazı belediyelerin kamu hizmeti olarak sunduğu çocuk orkestraları gibi oluşumlar gelmesin. AGSO, ülkemizin ciddi akademik müzik kurumlarından özenle seçilen, gönüllülük esasıyla çalışan, üyelerinin her biri bireysel olarak son derece etkin ve başarılı müzisyenlerden oluşmuş profesyonel ve kaliteli bir orkestra. Yaş ortalaması bir gençlik senfoni orkestrası çerçevesine hiç uymasa da, müzik kurumları konusunda adeta bir çöle dönüşmekte olan ülkemiz gerçeğini de göz önüne alarak, bu konuyu tartışmaya bile açmamak gerekir diye düşünüyorum.

AGSO’nun o geceki yol arkadaşı ise, Saygun Filarmoni Korosu’ydu. Saygun Filarmoni Korosu, yine gönüllülük esasıyla çalışan ancak üyelerinin birçoğu amatör müzikseverlerden oluşan bir topluluk. Ancak sundukları tını kalitesi, çoğu profesyonel devlet korosuna ekşi bir yüz ifadesiyle bakmanıza yol açabilir. Zira amatör bir koro kisvesi altında o denli kaliteli bir tını sunuyorlar ki, şaşmamak elde değil. Bu güzide koronun “çilekeş” kurucuları, her ikisi de ülkemizin en köklü müzik eğitim kurumu olan Ankara Devlet Konservatuvarı’nda öğretim görevlisi olarak çalışmalarını sürdüren Atilla Çağdaş Değer ve Çiğdem Aytepe. “Çilekeş” diyorum, çünkü günümüz şartlarında bir müzik topluluğu kurup bu topluluk ile düzenli çalışmayı başarıp onlarca bürokratik engeli aşmakla uğraşırken, bir yandan da o üyelere eğitim verip parlak bir konser icrası gerçekleştirmek, büyük bir başarının yanında gerçek bir çiledir, bundan emin olunuz. Bu iki değerli insanı, bu topluluğu kurup yönettikleri için değil, böylesi yoğun bir müzik ve insan sevgisiyle dolu oldukları için yürekten tebrik etmek gerekir.

Konserin en ilgi çeken kısmı, piyanist Tolga Atalay Ün’ün hem solistliğini hem de şefliğini üstlendiği, Mozart’ın 21 numaralı (K.467) Do Majör Piyano Konçertosunun icrasıydı. Tolga Atalay Ün, genç ve yetenekli bir müzisyen. Başarılı bir eğitim geçmişine sahip, muhtelif yarışmalardan ve etkinliklerden elde ettiği birçok ödülü bulunuyor. Genel geçerliği olan bir müzik eğitim kurumunda da eğitimini sürdürmekte. Becerilerini doğru şekilde kullanmayı öğrenmiş, çalışma sistemini oturtmuş ve profesyonelliğe giden yolda oldukça mesafe kat etmiş olduğunu düşünüyorum. Eleştiriye başlarken, bu genç adamın bulunduğu konumu not etmek gereklidir; böylesine zor bir konçertoda orkestrayı hem yönetmek hem de solist olarak yer almak çok zor iş. Ancak bu işe girişmiş olan kimselerin, öğrenci olsun olmasın, bu zorlukları göz önüne alarak gurur kisvesinden feragat ettiklerini varsaymak gerekir. 

Ün’ün orkestra yönetimi yeterli seviyedeydi denebilir. Zaten yazıldığı dönemin standardı haline gelmiş olan bu yapıdaki konçertolarda şef müdahaleleri ne kadar yoğunlaşırsa, icracıların üzerindeki yük de o denli artar ve ortaya donuk ve cansız bir performans çıkar. Abartılı hareketlere kaçmadan, icracıların odak noktasını müzikten uzağa çekerek, yani bir bakıma “bozmadan” yönetmek, bir şefin gerçek anlamda kalitesini belirler diye düşünüyorum. Ün’ün bu konuda son derece dengeli bir iş çıkardığını söyleyebiliriz. Orkestra her ne kadar stilin yoğunluğunu yansıtacak ince bir tını sunamadıysa da, orkestral performansın standartların oldukça üzerinde olduğunu söylemek gerekir. Salonun akustik yapısını konuya dâhil etmeye hazırlanan akl-ı evvel kimselere de, zannettikleri o ‘tını’dan bahsetmiyor olduğumu tekrardan belirtmek isterim, salonun berbat akustik yapısının konumuzla maalesef alakası bulunmamakta. 

Konçertonun solistik icrası için söylenebilecekler ise oldukça fazla. Beni en çok düşündüren, Ün’ün eserin tümünde tam anlamıyla kurmayı başaramadığı tempo dengesi oldu. Bahsettiğim konu, “şu bölüm çok hızlıydı”, “bu bölüm çok yavaştı” gibi basmakalıp cümlelerle geçiştirilemeyecek denli muğlak olduğundan, şahsen ilk ve son bölümdeki icranın sanki aceleye gelmiş gibi duyulduğunu kabaca söylemeden geçemeyeceğim. Tempo konusundaki kararsızlık, Mozart’ın hızlı mizaç değiştiren müziğinde zaten zor olan dinamik kontrolünü iyice zayıflatarak, genel tempolarda bir dengesizlik yaratıyor, bilhassa da bölümlerin zirve kısımlarında. Bu sallantı, daha önce böyle bir yönetim şekline alışkın olmayan orkestrayı ve yine böyle bir yönetim şeklini deneyimlememiş solist-şefin huzursuz olmasına yol açabiliyor. İşte, tınıyı etkileyen en önemli etken de bu belirsizliktir. Böyle bir belirsizlikte, o bahsini ettiğim ince tınıyı yakalamak imkânsızlaşır. Ayrıca Ün’ün, piyanist olarak, müzik içerisindeki dramatik değişimleri vermekte müziğin biraz gerisinde kaldığını belirtmek gerekir. Barok stilinin süslü, keskin ve gösterişli ruhunu, Rokoko üslubunun doğaya yakın renkleri ve Klasisizmin naif ağırbaşlılığıyla birleştirmek, sadece birkaç büyük icracıdan dinleme şansına erişebileceğimiz; eleştirmen için cümleye dökmesi kolay, icracı için ise kâbusların vücuda gelmiş bir hali, şeytanî bir karışım. 

AGSO, daha önceki birçok konserde Ün’ün yönetimi altında çalışmıştı, yani orkestra üyelerinin şef arkadaşlarının müzikal fikirlerine aşina oldukları söylenebilir. Bu icranın kalitesini belirleyen de, kanımca bu aşinalık ve güven duygusu oldu. Aksi takdirde “fikren” sürekli sallanan bir tempo belirsizliği ile durağan dinamikler ile iyi sonuç alınması, bilhassa bu stil için, çok zordur.

Ün’ün, müziğin düşünsel kısmından çok, doğal duygu ve dinamik akışına ağırlık vererek kendini geliştirmesinin, ilerleyeceği yol için son derece önemli bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Hali hazırda öğrenim gördüğü okulda eski müzik bölümünden de dersler alıyor olması, bu genç müzikçinin doğru yolda ilerlediğinin bir göstergesidir. Bununla birlikte, Ün’ün konumunu not etmek gerekliliğini tekrar hatırlatmayı isterim; genç bir müzikçi, matematiksel olarak olmasa da “dinamik” olarak genç ve istekli bir orkestra ile birlikte, el ele, kaliteli bir müzik sunusu için çabalıyor. Dinlemiş olduğumuz bu Mozart yorumu, Ün’ün benzetildiği büyük usta Daniel Barenboim’in ellerinden çıkmış olsaydı eğer, zihnim olumsuz nitelikte fikirler ile dolabilirdir ve farklı cümleler yazıyor olabilirdim. 

Zaten büyük müzisyen Daniel Barenboim'i tanıyıp takip edenler, genç müzisyenlere birçok imkan sağladığını, dünyanın birçok farklı noktasında gençlik orkestraları kurup yönettiğini iyi bilmekteler. Fakat bu noktada da madalyonun parlamayan yüzüne dönmek gerekiyor: kurduğu topluluklar ile aldığı sonuçlar mükemmele yakın denebilir, ancak "engebeli" karakteri, kavgacı ve agresif yapısı ile birçok müzisyenin bir daha yanına bile uğramayı düşünmediği bir dehadan bahsediyoruz. Barenboim'in müzik dehasının çok uç sınırlarda olduğu yadsınamaz fakat korku psikolojisiyle müziği hangi "üst nokta"ya taşıyabileceğiniz tartışmaya açık bir konudur. Barenboim'in, müziği her zaman ön planda tuttuğunu iddia etmesine rağmen, kurduğu grupların reklamlarını kusursuz bir biçimde yaparak bu toplulukların şöhretini küresel boyutlara taşımasını iyi bilen; saf dinleyicilerden çok pek de saf olmayan siyasetçilerin desteğini alarak çalışma ortamını yaşatmayı ilke edinmiş bir yönetici olduğu göz önüne alındığında, Tolga Atalay Ün için yapılan bu benzetme kanımca bu güne kadar yapılan benzetmelerin en yanlışı ve en kötüsüdür diyebilirim. Bu sebeple sözleri dile, kalemi de ele almadan, değişkenleri iyi tartmak gerekir diye düşünüyorum.

Konserin son eseri, Rus besteci Vasiliy Kalinnikov’un 1 numaralı Sol minör senfonisiydi. Bu senfoni, sanılanın aksine, sıklıkla çalınan bir eser. Dünyadaki birçok orkestranın ve müzik topluluğunun repertuvarında yer almakta. Standart ikili orkestra için yazılmış olan eser, klasik dört bölümlü form ile şekillendirilmiş. Kalinnikov ’un diğer eserlerinde olduğu gibi bu senfonisinde de yoğun bir halk müziği etkisi mevcut. Destekçisi Çaykovski’den ve bilhassa da Borodin’in müziğinden oldukça beslenmiş olan besteci, döneminin “gelecek vadeden” genç bestecileri arasında gösteriliyordu, özellikle de yazmış olduğu çok sayıda vokal eser ile. Ah şu kifayetsiz kâhinler... 

AGSO’nun bu naif eseri de oldukça başarılı bir şekilde seslendirdiğini düşünüyorum. Orkestranın her bir üyesini, çabaları ve emekleri için defalarca tebrik etmek gerekiyor.

Şimdi gelelim madalyondan yansımayanlara...

Bu denli kaliteli fikirlerin ve yılmak bilmeyen mağrur bir çabanın ürünü olan AGSO topluluğunun, festivalin açılış konserinde neden Kalinnikov çalmayı tercih ettiğiyle ilgili kafamda birçok soru döndü durdu. 

Asıl eleştirmemiz gereken nokta da tam burası; en verimli çağında ve gencecik yaşında tüberkülozdan kuruyup gitmiş zavallı Kalinnikov’un eserinin icrası değil.

Türkiye’deki müzik geleneğinin sonraki nesillere gelişerek taşınması, gençler sayesinde olacaktır. Bu ülkünün bekası için de, bu gençlere icra şansı tanımak, onlara müzik yapabilecek bir ortam sunmak gereklidir. Bu çerçeveden bakıldığında, AGSO çok önemli bir atılım. Bu konuda hemfikiriz. Ama otuz üçüncüsü gerçekleştirilen ve bir ülkenin başkenti ile özdeşleşmiş olan, hatta bazı gazetecilerin “yerli malı yurdun malı” deyişi ile nitelendirdiği bu festivalin açılış konserinde neden genç bir Türk bestecisinin eseri seslendirilmez, prömiyeri yapılmaz, programa alınma ihtimalini geçtim, düşüncesi bile o “parlak” zekâların kıyısından geçmez, anlayabilmiş değilim.

Saygıdeğer müzik camiasının örnek vermekten en çok hoşnut olduğu Sovyet döneminin müzik atılımlarına bakıldığında: Rusların kaydettikleri bu ilerleme, sanıldığı gibi Orta Avrupalı müzisyenlerin Mozart yorumlarının taklitleri üzerinde yücelmemiş; aksine, yerli ve ulusal bestecilerin eserlerinin teşvik edilmesi ile en üst noktaya taşınmıştır. David Oyştrah, muhteşem Şostakoviç yorumları ile ölümsüzleşmiştir. Temirkanov, Rojdestvenskiy veya Svetlanov; bu şeflerin her biri, ister bir aborijin topluluğuyla çalışıyor olsunlar, repertuvarlarının ilk sıralarına her zaman kendi bestecilerini yerleştirmişlerdir. Bunun sebebi milliyetçilik veya ulusalcılık gibi politik akımların etkisi değildir; kendi ayakları üzerinde durabilecek, bağımsız, özgür ve sanatsal kalkınmaya odaklı bir nesil yetiştirme çabasıdır. Kendi dilini özgürce konuşabilen, derdini anlatabilen bir nesil yetiştirmenin çabasıdır. Türkçe konuşmayı öğretmediğiniz bir nesilden ülkesini kalkındırmasını bekleyemezsiniz. En kötü, en acı, en yürek burkan detay da budur: bu güzide çocuklar, anadilde konuşmanın gerçekte ne demek olduğunu biliyorlar mı? Hiç sanmıyorum. Ülkemizdeki akademik müzik kurumlarını şöyle bir dolaşın, inceleyin, müzik olsun sözler olsun, yükselen sesleri sessizce bir dinleyin; bu çocukların kendi müzik dillerinden tamamen habersiz olduklarını üzülerek görürsünüz. Neden? Bunu sevgili Orhun Orhon’a veya bugüne dek düzenli ve sağlam bir besteleme-icra akışı kuramamış yaşı daha büyük şeflerimize sormak gereklidir. Neden Kalinnikof da Yiğit Kolat değil? Neden Mozart da Mesruh Savaş değil? Burada, “Klasik eserlerin icrasının önemi” konusuna lütfen girmeyiniz. Her ulus, kendi müzisyenlerini kendi kültürel değerleriyle, kendi dilini kullanarak yetiştirir. Hem şef hem solist olarak konçerto icra edebilen insan sayısı çok fazla, bu işi iyi yapabilenlerin sayısı ise tahminlerinizin çok çok üzerinde. Asıl ihtiyacımız olan, yepyeni bir eseri köklü bir festivalin açılışında, hem de genç bir müzik topluluğuyla seslendirme cesaretini göstermektir. Sonuç? Yine yapılmadı, yine olmadı. Eğer şefler ve yöneticiler bu cesareti gösteremeyecekler ise, o podyuma bir orkestra idarecisi olarak çıkmanın ne anlamı olabilir? O zaman sade bir vatandaş olarak şu soruyu sormak hakkımdır: sizlerin şeflik yapma amacınız nedir? Bu gençleri yetiştirmek mi, yoksa sadece kendinizi göstermek mi? 

Dilimin keskinleştiğinin farkındayım. Ancak genç müzikçileri teşvik etmek, topluluklar kurmak, konserler düzenlemek tek bir amaca hizmet etmelidir. Festivallerin yapılış amacı, insanlara müzik dinletmenin yanı sıra onları eğitmektir, bilgilendirmektir, yeniliklerden haberdar etmek, onlara “yeni”yi sunmaktır. Yeni yazılmış eserleri seslendirmek için mükemmel bahanelerdir festivaller. Devlete veya büyük şirketlere bağlı müzik topluluklarının repertuvarlarına yepyeni bir müziği eklemek sadece ülkemizde değil, dünya genelinde de oldukça zor. O halde festivaller ne amaçla yapılıyor? Besteciler neden çırpınıyor bu kadar? İcracılar ne için çabalıyor? Veya kısaca sorayım lafı uzatmadan: sevgili şeflerimiz ve idarecilerimiz, sizler ne işe yarıyorsunuz?

Bu konuda alkışlanması gereken kurumlarımızdan biri, yine her zamanki gibi Ankara Devlet Konservatuvarı ve Hacettepe Senfoni Orkestrası’dır. Orkestranın yıllık programı, yaşayan bestecilerin eserlerinin prömiyerleri ile dolu. Daha birkaç gün önce, 5 Nisan Salı akşamı dinlediğim canlı bir radyo konserinde, nispeten genç bir bestecimizin eserinin ilk seslendirilişini gerçekleştirdiler. Can Aksel Akın’ın Aziz Nesin’e adadığı Senfoni’si, niçin AGSO tarafından seslendirilmesin? UGSO’lar, AGSO’lar veya holding himayeli çocuk orkestraları için seçmelere gelen şeflerimiz, neden genç bestecilerin eserleri için de seçmelere gelmezler? Bu seçmelere gelen şeflerimiz, “bu ülkenin geleceği gençlerimiz için” gerçekleştirdikleri etkinliklere nasıl olur da bu topraklarda yetişmiş genç bir bestecinin eserini katmadan sahneye çıkabilmektedirler? Burada bürokratik ve estetik kaygılardan çok, sübjektif kaygılar söz konusu maalesef. Kalinnikov senfoni ile atılım yapmaya çalışan bir orkestra, en çok Rus malı otomobiliyle övünen bir şoför kadar nitelik sahibi olabilir. 

Sonrasında, acı bir gülümsemeyle şu yorumları ve kifayetsiz kehanetleri okursunuz: 

“Geleceğin Barenboim’i...”

Bir Barenboim yetiştirmek için, öncelikle bir nesil yetiştirmeniz gerekir. Barenboim, her ne kadar klasik eser icraları ile zirveye yükselmiş büyük bir müzisyen olsa da, yetiştiği kültür ortamı zamanında Batı ve Orta Avrupa’nın sistemleştirdiği, sonrasında Doğu Avrupa, Rusya, Amerika kıtası ve hatta Japonya’da daha üst seviyelere taşınarak uygulanmış olan ulusal müzik sistemi ile şekillenmiştir. Cumhuriyetin ilk otuz yılını ciddi şekilde incelerseniz, gerçek bir müzik devriminin, hakiki bir sanat atılımın nasıl gerçekleştirildiğini, en azından ne çabalarla uygulanmaya çalışıldığını görürsünüz. Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu yazılmış ilk Türk oratoryosu olduğundan değil; bir ulusun, sanat atılımını el ele, kol kola, tüm benliği ve yüreğiyle icra etmeye çalıştığı bir dönemin ürünü olduğu için büyüktür. Yerlidir, ulusaldır, bir halkın imzasını taşır. Tekniği ise, dönem Avrupa’sının seviyesindedir, çağdaştır ama gerçektir. Saygun’un aziz adının verildiği bir koronun, bu müzik devriminin yükseldiği kentin, yani Ankara’nın müzik festivalinin açılış konserinde Ave Verum Corpus söylemesi değildir sorun, bu topraklara ait bir bestecinin eserini o konserde seslendirmemiş olmasıdır. Son yıllarda kaliteli eser çıkmamasından yakınan bir grup şef için de şunu söylemeyi bir görev addederim; takdiri dinleyiciye, yani kaba tabiriyle halka bırakmak en doğru ve doğal yoldur. Yeni yazılmış bir esere “seslendirilmeye değmez” yorumunu yapıştırmadan önce durup düşünmeniz gerekir. Aksi takdirde büyük bir festivalin açılışında, zamanında aynı damgayı yemiş bir eseri “yeni” olarak tanıtırken yarattığınız sevimsiz çelişki ile baş başa kalır, açılış konuşması sırasında da “acaba festivalimizi seneye de gerçekleştirebilecek miyiz” muhabbetine de mahkûm olursunuz.

Kehanetlere gelince...

Kendi dilinde konuşmayı öğretmeden farklı dillerde konuşmaya zorladığınız herhangi bir gencimizden bir Barenboim, bir Karajan, bir Bernstein yetişmesini beklemek maalesef komiktir. Bu saçma beklentiyi dile getirmek ise trajikomiktir. “Geleceğin Suna Kan’ı”, “Günümüzün Caruso’su”, “Yeni neslin Fazıl Say’ı” diye nitelendirdiğiniz ve yanlış yönlendirdiğiniz genç icracılarımızın sırtına yüklediğiniz sevimsiz etiket yükünün psikolojik zararlarından bahsetmiyorum bile. Kendi dilini konuşabilecek nitelikte çocuklara bir takım meşhur müzisyen etiketleri yapıştırarak o çocukların yaratıcılığını törpülediğinizin, reklam kaygısıyla dolaylı yoldan başka karakterlere endekslenmelerini sağladığınızın elbette farkındasınız. Daha da kötüsü, o gençleri, bu etiketlerden nemalanmaya teşvik ediyor ve başarılı oluyorsunuz.

Son olarak söylemekten hicap duyuyorum ki; günün birinde bu toprakların hayat damarlarından biri gerçek anlamda koparsa, bunun tek sorumlusu işte bu erdemsiz ve niteliksiz kafa yapısı olacaktır.
Umuyorum ki bu genç ve değerli müzikçilerimiz, bu etiketlere endekslenmeden kendi özgür fikirleriyle müzik yapabilecek iradeye sahiptirler. Ve umuyorum ki genç besteciler, aslında uzun vadede hiçbir getirisi olmayan bu beyhude çabaların farkına vararak durmaksızın üretirler; kendilerini doğru yolda, özgür iradeleriyle geliştirirler. Bu zihniyeti sonsuza dek kırar, bu güzel ülkenin sanat alanında önünü açarlar.

Madalyonun iki farklı yüzü arasındaki mesafe, gerçekte sandığımızdan çok daha kısa...

Bir başka yazıda buluşuncaya dek, hepinizi saygıyla selamlıyorum...

2 yorum: